Zeki Çelik

zkcelik@gmail.com

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Altay Öktem

 

Altay Öktem, (1964) İstanbul doğumludur. Yüksek öğrenimini bir askeri okul (Kuleli) ve bir tıp fakültesi (Trakya Üniversitesi) bitirmiştir. Evli bir çocuk babasıdır.


Öktem'in şiirlerinde özellikle; sevgi, varoluş, kadın, tanrı, aşk ölüm ve nesnelerin arkaplanındaki izdüşümler önemli bir yer tutar. İzlenimci yani empresyonist şairlerin en önemlilerinden biri olan Öktem'in şiir dili fantastik coşku ve imgelerle yüklüdür. Yeni şiir dilinin ışığı altında dıştan içe bir yolculuğa götürür okuyucusunu şiirlerinde...

Edebiyatımızın kara kalemidir. Roman, deneme, öykü yazarıdır. Ama en çok ülkemin şairidir.

Eserleri:
Eski Bir Çocuk (1992), Herşey: Oda Kırbaç Ayna (1998), Sukuşu (1998), Çamur Şiir (1999), Beni Yanlış Öptüler Aslında (1999), Şeytan Aletleri«13»Fanzinler Demolar Fotokopi Afişler (2000), Filler Çapraz Gider (2001), Genel Kültürden Kenar Kültüre 101 Fanzin (2002), Şehrin Kötü Çocukları (2002), Aslında Saçları Siyahtı (2002), Hayat Bazen Çentiklidir (2002), Deli Öyküler (2002), Sokaklar Tekin Değil (2003), Tanrı Acıkınca (2003), İçimde Bir Boşluk Var (2004), Parça Tesirli (2005), Bu Kitaptan Kimse Sağ Çıkamayacak (2005), Şeytan Aletleri (2006), Beni Yanlış Öptüler (2006), Sık Rastlanan Hastalıklar Atlası (2007), Dört Kırıtık Opera (2009), Yaram Yanlış Yerde (2010)

 

- Dünyayı yeniden yaşama geçirmek, aşkın gücünü tanıtmak, özgürce haykırmak, özgürce insan olmak insanı anarşist bir yapıya zorlayan düşüncelerdir. Şiirlerinize yansıyan anarşist bir yapınız var sizin. Şiirleriniz bu yüzden iç dünyamızı acıtıyor. Bu yüzden hayatın yıkıcılığı karşısında duyduğunuz mutsuzluk şiirlerinizde çok belirgin. Sokaklar tekin değil bu söyleşiden kimse de sağ çıkmayacak baştan söyleyeyim :) Özgür olmak insanı anarşistleştiriyor mu peki?

- Tespitler o kadar güzel ki; şimdi insanın temel özelliği umutsuzluk bana göre. Gelişmenin de hem sanatta hem bilimde, her alanda temel duygusu uyumsuzluktur diye düşünüyorum. Bunu sağladıktan sonra her şeyin önü kapanmış oluyor, bitmiş oluyorsun. Ama bu zorlama bir uyumsuzluk değil, zira zorlayarak elde edilecek bir şey de değil insanın kişiliği ile, yapısı ile, dünyaya bakışı ile, politik görüşü ilgili; her şey bunun içine dahil edilebilir. Bunlardan doğrudan ilişkili olan kendiliğinden gelişen bir uyumsuzluk kavramı var ki;  benim en çok dikkat ettiğim konu budur. Bir insanla karşılaştığımda ne kadar uyumlu ne kadar uyumsuz önce ona bakarım. Eğer çok uyumluysa onunla hiçbir anlamda hiçbir yere varamam. Böyle baktığımızda o anarşist tavır, karşı çıkış şiirin ve elbette edebiyatında da temeli bana kalırsa. Bu karşı çıkışın, uyumsuzluğun içinde var olan her türlü değer yargısına da bir şekilde ters yüz etmekle işe bakmak gerekiyor. Ters yüz etmek derken böyle yapılsa daha iyi olur anlamında değil. Çünkü ters yüz edilmesi gerektiği için ters yüz edilmesi gerekiyor. Çünkü gerçekten de olması gerekenin tersi yapılmış hep. Tarih boyunca böyle davranılmış; savaşlardan tutun da işte devletlerin kuruluşuna, insani ilişkilere kadar. Şu anda yaşadığımız ilişkiler düzlemine baktığımızda da her şey doğalın ya da olması gerektiğinin bir sürü nedenden dolayı çok daha dışında gelişmiş.

Sanatın en önemli işlevi rahatsız etmektir. Çünkü herkes çok fazla rahat. Böyle bir sisteme uyum sağlamış durumdalar. Rahatsız gibi görünüyorlar ama her şey kodlanmış bir biçimde ve kodların içinde standart hayatlarını sürdürüyorlar. Biz de sanatta ve edebiyatta aynı standartı sürdürecek şekilde hizmet edeceksek bunun hiçbir anlamı yok. İyi olarak gördüğümüz her şeyin sorgulanması gerekiyor zira hepsinin temelinde bozuk bir anlayış var bana göre. O yüzden de çok fazla sevgiye yönlendiren şiirler insanlarda ciddi bir rehavet duygusu yaratıyor ve rahatsız etmediği içinde sistemle uyumlu bir şekilde yol almasına neden oluyor. Yani tam aksine hitap ediyor, yapmak istediğinin aksine neden oluyor. Edebiyatın temel işlemi evet, insanı rahat ettirmemek olmalı.

- Türkiye edebiyatında 1980 öncesi ve sonrasını değerlendirdiğimizde, 1980 sonrasında edebiyat ortalamasının yükseldiğini, algı ortalamasının ve beğeni düzeyinin arttığını gözlemliyoruz. Yazarlarımız edebiyatımızda öykü olsun hikaye olsun romanda ve şiirde farklı yönelimlerden, yeni açılımlar, yeni bakış açıları getirebildiler. Etik, estetik ve politik yaklaşım ve değerlendirmeler önyargısız olunca her şeyi gündelik politikanın yedeğinde gören tek boyutluluk mu kırıldı?

- 80 öncesinin en önemli handikaplarından birisi o sözünü ettiğiniz tek boyutlu ve tek yönlü edebiyattı. Tamamen politika ile bağdaştırılmış ve onla güdümlü devam eden bir edebiyat ki bunun en büyük zararı neydi. Bir sürü yenilikçi ve farklı açılımların olmasına da engel teşkil ediyordu. Yani şunu çok gördük Türkiye’de. Şiirde tek yönlü, toplumcu gerçekçi şiirler; onun dışındaki tüm şiirler bir kapitalizme hizmet etmek, özellikle batıda ön planda olan bir takım akılma ya da orada yapılan bir takım deneysel işlemler bile eğilim duymanız bile oraya özenmek ve sosyalist bilincin dışına çıkmak olarak algılandı ve bunlar her zaman engellendi ki bu birincisi.

İkincisi; türler olarak baktığımızda örneğin bilim kurgu, korku, fantastik gibi türler çok uzun yıllar Türkiye’de yine aynı mantıkla baskılandı. Ne oldu, edebiyatımızda tek bir tür bir çizgi gelişti. Hiçbir şey yaşama hakkı tanınmadı. Peki bu nedir? Bu da sonuçta edebiyat anlamında da faşist bir tavırdır. 90’lı yıllardan sonra; bir geçiş dönemiydi; türler anlamında, yazma pratiği anlamında ciddi yollar aşıldı. En azından şöyle söyleyeyim sınırlar kalktı; herkes istediğini yazabildi, yayınlama şansını bulabildi. Öbür türlü tek parti rejimi gibi birkaç yayınevi, birkaç dergi; onların yoluna girmediğin zaman yazar olma şansın yoktu. Şimdi en azından kimseye bağlı kalmadan kendi kendine de yazar olabiliyorsun. Hep deriz ya zaman belirler her şeyi. Asıl şimdi her şeyi zaman belirliyor. 80 öncesi zaman değil bir takım kadrolar belirliyordu bunu. Bu anlamda çok daha iyi bir yerde olduğumuzu düşünüyorum. 2000’li yıllarda müthiş bir zenginlik ciddi bir çıkış var. Kültürel kodlar değişti özellikle. Eleştirilse de özellikle genç kuşakta hem algı olarak, hem entellektüel dağılım olarak belli bir yere takılı kalmamaları, akla hayale gelmeyecek yerlere uzanma gibi bir takım olumlu özellikler de var ki; ben bu yüzden gençlerden çok umutluyum. Edebiyatı bambaşka bir yerlere götürecek çok ciddi geniş bir kesim var. Genel olarak baktığımızda edebiyatla ya da okumakla ilişkisi olmayan bir kesim daha yüksek ama bu tarihin her döneminde vardı zaten. Hele şiir hep bir özel okur gerektiren bir şeydi; bundan şikayet etmemin şu anda bir mantığı yok çünkü kaybedilen bir cephe yok. Şiir hep aynı tarzla geldi bugüne kadar ve böyle gidiyor bence.


- Şairin bize doğruları sunmasının bir başka nedeni, yazdığı şeyler hakkında yetkiyle konuşacak durumda olmamasıdır? Şair bize neyi yansıtmaya çalışıyor?

- Aslında güzel bir tespit bu; gerçekten yazdığı şey hakkında bile yetki ile konuşacak kişi değildir şair. Bir ikincisi de doğruları yansıtmak gibi bir kaygısı, işlevi de yoktur şiirin. Şair kendi şiirinde bile yetkisiz olan bir insandır. Bu biraz da şiirin esinle ve bir takım klasik çalışma ritmi ile de alakalı. Bildiğimiz bir meta, ürün oluşturma standartlarından çok fazla bir yerde şiirini oluşturur şair. Mesela roman öyle değildir. Romanda dil, kurgu önemlidir bunlar öğrenilebilen şeylerdir de. Mesela çok roman okuyan ya da seven biri eğer dile de hakimse çok iyi roman yazabilir. Çalışarak kendini iyi bir hale dönüştürebilir ama şiir için aynısını söyleyemeyiz. Şiir bambaşka bir şey artı şiir için elbette klasik bir bakışla şunları söyleyebiliriz. Birikim, deneyim, çok şiir okuması, şiir geleneğini bilmesi, birçok alanda bilgi sahibi olması önemlidir. Bunlar önemlidir, bunlar şiiri zenginleştiren şeylerdir ama bunlar olmadan da çok iyi şiir yazabilir bir insan ve biz de hayret edebiliriz. Tersi de olabilir çok çalıştığı halde şiir yazamayabilir de ya da çok iyi yazamayabilir. Ki bunların örnekleri de var mesela çok iyi çevirmenler var ama şiir yazamıyorlar. Ya da şiir kuramını çok iyi bilen, üzerine kitaplar yazmış insanlar şiir de yazıyorlar ama bir bakıyorsun çok vasat kalıyorlar. Bu kadar hakim olmasına rağmen bir insan nasıl olur da iyi şiir yazamıyor diye düşünebiliyoruz ama şiir uygulamak ile yapılan bir şey değildir. Şiir hakkında hiçbir iyi fikri olmayan biri bile bazen çok iyi şiir yazabilir. Şiir mesela plastik sanatlara yakın bir alan. Yani edebiyatın içine sadece kağıtla kalemle yazıldığı için dahil olabiliyor belki ama yaratım süreci ve karşısındakini etkileme anlamında düşündüğümüzde heykele, resme ve o tarz sanatlara çok daha yakın duruyor. Çünkü o imgesel yapısı ile ressamın boyaya verdiği şekil gibi düşünebilir mesela. 

Şiirin okunsun ya da okunmasın hayatın içinde çok önemli bir yeri ve bir ağırlığı vardır. Gündelik hayatın, yaşamın bir bölümünün en azından şiirsel bir yapısı var. O yüzden bir takım standartlarla ya da kaygılarla yaklaşmak yerine başka bir açıdan da bakmak gerekiyor şiire. 

- Şiirlerin anlamı, dilsel bakımından diğer tür yazıların anlamından nasıl ayrılır? Bu anlamın bir değer taşıması için içeriğin derin, önemli olması sanat eserinin değerlendirilmesinde nasıl bir rol oynar?

- İçerik sanat eserinde çok önemlidir. Bunu kabul ediyorum ama içerik rastlantısaldır. Yani içeriği baz alarak o içeriği sanat yolu ile en iyi ne şekilde verebilirim diye yola çıktığınızda yarattığımız ürün ister istemez güdümlü bir hale gelir ve de istediğimiz bir etkiyi de uyandıramayabiliriz. Yani öncelik olarak içeriği nasıl verebilirim durumundan öte öncelik sanatın kendisindedir, bir şiirde içeriği hiç düşünmeden sadece şiir yazılır. O şiir nasıl yazılır? Şairin duyarlılığına bağlı bir şeydir, öyle yazılır. Yazıldıktan sonra ben onun bir okur olarak içeriğine bakarım ya da şair olarak da oturup içeriğine sonradan bakarım. Sonradan tespit edilen bir şeydir içerik; önemlidir ama ikincildir.

- Biliyoruz ki dünyada çirkin, kaba, hoşa gitmeyen şeyler, haksız, ahlak dışı olaylar vardır. Sanat eserinin zevk vermesi beklendiğine göre bu hoşa gitmeyen şeyleri atması ve yalnız güzeli hoş olanı seçmesi doğrumu sizce? Türkiye edebiyatı ahlak dersi veren eğitici bir araç olarak mı sayılmalı?


- Ne yazık ki öyle sayılmaya çalışıldığı için de problem oradan çıkıyor bence. Estetiğin çok farklı bakış açıları ve çıkış noktaları var. Estetik geniş bir konu ve neyin estetik olup olmadığı gibi sırf güzellik olarak da algılanmamalı estetik. İkincisi de işte din, ahlak, toplumsal yapı gibi kavramlar doğrultusunda sanatı, sanatçıyı da toplum her zaman yönlendirmeye çalışmıştır. Klasik bir yorumdur örneğin ‘’Sanatçı örnek olmalı’’. Olmalı da neye örnek olmalı veya örnek olunması şey o toplumun çeşitli sınırlar, ahlaki kriterlere göre midir, onlar açısında evet örnek olur. İyi de senin ahlaki kriterlerin örnek bir kriter değil zaten. Bunların tartışma yerleri hep sanattır aslında. Sanat sadece bir takım sanat ürünleri yaratmaktan öte aslında toplumun etik estetik değerlerin de tartışıldığı bir genel bir platformdur. Üretilen her eser bir tartışma malzemesidir de aynı zamanda. Özellikle şiir bazında düşündüğümüzde tabi benim öncelediğim bu şiirdeki şiddet içeriği de buradan kaynaklanıyor.

Toplumda hayatın bize uyguladığı bir şiddet var. Aile, okul, iş adeta hepsi birer şiddet kurumu. Doğumdan başlayan bir şey bu. Yani ailenin bir çocuğu yetiştirmesi mesela bir annelik kavramı bile baskıcıdır ve kişiliğin oluşturulması için bir kavramdır. Çünkü bir anne, bir baba çocuğun yetişmesinde en önemli olan kriter kendine ait bir kişiliğinin olmaması, o çocuğun aynen birebir her şeyi kabul edip sürdürmesidir. Eğer böyle olursa iyi ve ahlaklı bir çocuk yetiştirmiş olur. Onun dışında olanlar zaten çocuğun iyi yetişmemesi, ahlaksız olması anlamına geliyor. Okul hayatında da aynı şey; aslında kişiliksizleştirilmiş ve aileleri tarafından bir kuklaya dönüştürülmüş çocuklara iyi aile çocuğu diyoruz, diğerleri uçlara savrulan, marjinal alanlara kayan çocuklar oluyorlar ister istemez. Şimdi böyle baktığımızda biz hep şiddetin içindeyiz. Hayatın her alanında karşılaştığımız her şey bize şiddet olarak yansıyor. Bu şiddetin karşısında ben şiirimden şiddeti çıkarttığımda o şiddeti desteklemekten başka bir işe yaramıyorum. Ona karşı çıkmayıp onu mutlaklaştırıyorum anlamına gelir çünkü. O yüzden şiirde şiddete karşı bir anti şiddet oluşturmak zorundayız ve evet şiir bir şiddet unsuru taşımalı bence. Neye karşı? Bu geleneksel yapının içinde gayet mutlu, mesut yaşayan insanlara karşı dille bir şiddet uygulayan unsur olması gerekiyor ki rahatsız etmiyorsa bir şiir işlevsizdir. Rahatlıkla onu müfredatın içine koyup okutabilirsin çünkü çocuklara okutulmaya çalışılan şiirler böyle şiirlerdir. Aksi yapıya, kudrete sahipse şiir, ben o zaman onu değerlendirip, sonra diğer açılardan o şiire bakabilirim. Diğerlerini dikkate almıyorum; bir okur olarak böyle yaklaşıyorum şiirlere.

- Duygu aktarımı kuramı esasında her ne kadar sanatla ilgili önemli bir noktayı belirtiyorsa da durup biraz kurcaladığımızda bir takım güçlükler, çözülmemiş sorunlarla karşı karşıya kalıyoruz. Sanatçı ile okur arasındaki ilişkide eserin anlamı yazarın kastettiği anlam mıdır, yoksa okurun eserden çıkardığı anlam mıdır?

- Şimdi elbette ikincisidir, okurun eserden çıkardığı anlamdır. Hatta işi biraz daha ileri götürebiliriz. Yazarın eser bittikten sonra eseri bir okur gibi okuyarak yabancılaştıktan sonra çıkardığı anlamda asıl anlamdır diyebiliriz. Çünkü hiçbir zaman yazarken hedeflese bile bir anlamı onun nereye gideceği belli değildir, işin tek bir yolu ve yöntemi yoktur. Düşünsel olarak yazarken bir sınır çizebilir kendine ve belli bir amaç doğrultusunda yazabilir ama tabi o sadece onun kuramsal olarak belirlediği bir sınırdır. Bunun içinde bir sürü bilinçaltı faktörleri var. Yazmak kendini daha iyi tanıma yöntemidir bu da var. Bir yazar oturup ilk başta kurguladığında, düşündüğünde bir şeyi doğru olarak gördüğü ve vermek istediği şey aslında onun gerçekten doğrusu mudur? Kendi deyimi ile olmayabilir; çünkü yazarken gerçek düşüncelerini de oluşturur.

Yani yazmak sadece okurun ne algıladığından önce yazarı da geliştiren ve düşüncelerini çok daha net bir biçimde ortaya çıkaran bir süreçtir. O anlamda da yazmaya başladığın an ile bitirdiğin an arasındaki düşüncelerde de ciddi bir değişiklik olabilir. Yazar da bitirdikten sonra bir ürününü bir okur gibi baktığında çok şaşırabilir, bunu ben mi yazdım diyebilir. Başladığı andaki yazarla bitirdiği andaki yazar arasında da ciddi bir fark vardır. Yazma süreci onu değiştirmiştir onunda farkına o anda varamadığı için bir okur olarak baktığında şaşırabilir.  Yazmak yazar açısından da çok öğretici bir şeydir ve ciddi bir kendini geliştirme sürecidir. 

- Felsefe insan dünyasının problemlerine el attığında, karşısında bu problemin geleneksel sahibi olarak şiir sanatını kendisine rakip bulmuştur. ‘’Yaram Yanlış Yerde’’ son kitabınız, şiir dilinden uzaklaşmadan imgelerle çiçeklendirilmiş, gerçek, kalıcı, trajedi kaynağına ulaşmanın çok güzel bir örneği teşkil ediyor. Kitabın varlık kaynağına ilişkin temel anlayışına indiğimizde Altay Öktem; hangi sözlerle açıkça ortaya koyar?

- Ben uzun yıllar düzyazıdan kaçındım mesela. Yazmamaya çalıştım ama öyle bir yere geliyor ki kendini frenleyemiyorsun. O noktadan sonra kısa öykülerle başladım, uzun öykülere döndü; derken roman, denemeler, inceleme kitapları falan Karmakarışık bir yazma serüvenim var. Geriye dönüp baktığımda ben ne tür yazıyorum hiçbir şey belli değil. Ama hepsinin temelinde şiir var elbette. Farklı diller de olabiliyor, ürünün kendisi belirliyor zaten dili ama şiirden yola çıkarak her yere ulaşabiliyorsunuz aslında. Mesela bu çıkan son kitabım aslında bir tür deneme ya da yer altı felsefesi gibi tanımlamalar da olabiliyor. Ama hepsi şiirden yola çıkılarak bakılmış, dil olarak da, bakış olarak da şiire çok aykırı değil ama bir yanıyla da anlam olarak baktığımızda aynı işlevi gördüğüne inanıyorum. Çünkü şiir sorgulayabiliyor, karşı çıkıyor, tedirgin edebiliyor hatta az önce söylediğim gibi okura bir tür karşı şiddet unsuru olarak da yansıyabiliyor. Bu kitabın çıkışı ve içeriği olarak baktığımda da aynı şeyleri yapıyor. Yani var olan, bize bir hap olarak sunulan bir hayat, yaşam tarzı vb. durumlar var, onların karşısında sıfırdan başlayalım ve bunları bir daha sorgulayalım dediğimizde birçok şey ortaya çıkabiliyor. Sevgi; evet güzeldir, ama iyi de neden güzeldir dediğimizde; bir sürü çeşidi hatta güzel olmayan yanları da ortaya çıkabiliyor örneğin. Kavramlar düzeyine inip baktığımızda mesela benim ciddi sıkıntılarım vardır bu konuda. Hep kavramlarla düşünüyoruz, onlarla fikirlerimizi ortaya koyuyoruz ve bize öğretilenlerle gittiğimizde bir metin ortaya koyabiliyoruz, düşüncelerimizi bunlarla yansıtıyoruz. Ve başlangıç noktasından alıp da ele aldığımızda bir teori ortaya koyduğumuzda bir bakıyoruz ki doğru gidiyoruz, doğru bir sonuca ulaşıyoruz.

Bu kavramlar doğru mudur peki? Evlilik nedir, aile nedir, çocukluk nedir gibi… Hepsini tek tek sorguladığımızda veya inandığımız bir takım değerlere acaba sahiden bunlar inandığımız değerler mi diye baktığımızda gerçekten de biz bütün o kavramların aslında çok sallantılı olduğunu ve bize çoğu şeyin de yanlış öğretildiğini görüyoruz. O zamanda bu çok doğru gibi ulaştığımız sonuçlar hep yanlış donelerle gittiğimiz için aslında baştan aşağı bir yanlış olduğu ortaya çıkıveriyor. Bunu ortaya çıkartmak da şiirsel bir şey aslında. Düzyazı’da da yapmak istediğim bu aslında. Mesela ‘’Yaram Yanlış Yerde’’; ‘’Penguen’’deki son iki üç yıldır yazdığım denemelerden yola çıkarak tekrar ele alıp kitap formatında oluşturduğum, biraz eğlenceli felsefe hani mavra felsefesi çizgisinde bir kitap. Bir yerden başlıyorsun, bambaşka bir yerlere gidiyorsun kafamız karışıyor, sonra bunları nasıl birbirine bağlıyorsun deniyordu bana sürekli. Bir yerden başlıyorum, başladığım yerden dümdüz giderken bakıyorum ki aradaki bir iki done yanlış yani bildiğimiz şeyler bize yanlış öğretilmiş sonra o nedir acaba, onun temelinde ne vardır derken ana konudan tam uzaklaşmadan bir yan yola sapıyorum, derken bir başka yan yol derken yine aynı yere geliyorsun; başı sonu belli oluyor ama ortası kafa karıştırıyor. Çok basit şeyleri bile ele aldığımızda kafamız karışabiliyor; bildiğimiz çok şey yanlış. Gerçekten de kişisel olarak hep doğru şeyleri yapmaya çalıştıksa da doğrunun ne olduğunu, o şeylerin şey dediğimiz kavramlara tek tek baktığımızda çok ciddi hatalar yaptığımızı da görebiliyoruz. Ve ne kadar karşı çıkarsak çıkalım ezberletilen şeyler içimize hep işlemiş. Ben yazarken fark ediyorum çok şeyi. Mesela bir kitabım çıktığımda ayrı bir heyecanla okuyorum, bunda da oldu. Hatta bazı ilginç şeyler yakalıyorum, altını falan çiziyorum :) İster istemez yabancılaşıyorsun; başka bir hayatı yaşarken yaşanması gereken asıl hayatı belki o kitapta verdiğin için o mesafe ister istemez aranda oluşuyor.

- Aşk, aşk, aşk... Filmlerin, şarkıların, şiirlerin, romanların, kısaca hayatımızın bir konusu ve biz buna neden karşı koyamıyoruz? Kuytuluklarında duygular, tutkular, arzular, ihtiraslar, kıskançlıklar, korkular, sevinçler, hüzünler... gizleyen müthiş bir bilinmezlik. Acaba insanların mı aşka, aşkın mı insanlara ihtiyacı var?

-  Aşk kavramı aslında insanın en bencil olduğu yer bana kalırsa. Aşk tamamen insanın birebir kendisi ile ilişkili bir duygu bu ve sevilme isteği kadar sevme isteği var insanın içerisinde bu yüzden tamamen tüm aynaları kendine yönelttiği bir yerdir. Aşk bir takıntıdır belki; bir sürü insan varken sen birisine takılı kalırsın. Bu patolojik bir durumdur da mesela. İkinci olarak baktığımızda aşk sanki insanı yüceleştirmek gibi görülüyor ama işin içindeki ikilem biraz oradan kaynaklanıyor; aşk aslında kişinin tamamen kendisini yücelttiği bir duygudur. Örneğin; ayrılık neden insana acı verir en basit anlamda bunu düşünelim. O insan olmadan nasıl yaşarım duygusundan dolayıdır, onsuz hayatımızın nereye gideceğidir korkumuz, her şeyi ona adapte etmişizdir. Karşımızdaki kişi sadece nesneleşmiştir, özde kendimizdir. Özlem duygusu da aynı şeydir. Yoğun bir aşk yaşarsınız, biter ve  aradan yıllar geçer, özlemek başlar. Nedir bu özlem, onla birlikteyken kendi yaşadığınız şeylerdir aslında. Bunlar yani insanın kendisi ile bağlantılı şeylerdir. Bu vb. yanlarından dolayı aşk ciddi anlamda aşırı bencilce bir durum bence.

- Deniz Durukan kitapları arasında en çok beğendiğim bir kitaptır "Rugan" Şiirlerinde kadın duygularını ve özgün aşk düşüncesini özgürce kendi sesini oluşturmasını bilen iyi bir şair. Aynı zamanda ruh eşiniz. Edebiyatı bir üzüm bağı gibi düşünürsek, tek bir salkımda çok taneli gibisiniz, hani şarap yapılsa aynı kadehtesiniz? Özel hayatınızda iki ayrı kalem olmanın tek bir yazıda tanımlanması nasıl peki?  Bu iki ayrı kalem olarak eş durumunun hayattaki artıları - eksileri nelerdir?

- Bu evlilik hayatımıza bir sürü artı getirdi aslında. İkimizin de edebiyatın içinde olmamızdan öte bakış açılarız birbirine çok benziyor. Aşkı yorumlama, evliliği algılama, hayatla çarpışma yönlerimiz. Aynı meslekten iki kişinin evli olmasına çok olumlu bakılmaz, bunun sebebi aynı işi yapıp egoları da güçlü olan insanlar ciddi çatışmalara girebilirler, evlilik de zarar görür bu durumdan. Bizim en büyük avantajımız gerek birbirimize gerek dışarıya bir ego savaşımızın olmaması. Daha çok keyifli bir çalışma alanı bizim evimiz. Okumanın ötesinde müzik hayatımızda çok önemli; çevremiz ortak ve yoğun bir şekilde içinde yaşayabiliyoruz. Kopuk bir hayat da değil klasik bir hayatta; ikisini boca edip tuhaf bir hayata çevirdik. Bu anlamda da çok düzgün bir şekilde ilişkimiz yürüyor ve özellikle edebiyat, şiir ilişkiyi de ciddi olarak besliyor; sürekli bir heyecan katıyor. Mesela şöyle de bir şey var; son dönem kadın şairler içinde ciddi anlamda bir yükseliş, ivme görüyorum ve Deniz de bu isimlerden birisi ki bunu eşim olmasının dışına çıkarak da çok rahat söyleyebiliyorum. Bir okur olarak şiirlerini keyif alarak okuyorum.

- Ve elbette Karakalem’den bahsetmemiz gerekirse bugüne kadar bizimle birçok genç kalemi buluşturdu dergi ve bir anda içeriğinden görselliği ile bambaşka bir dünyanın da var olabildiğini gösterdi birçok kişiye. Farklı kalemlerin farklı renkleri ile buluştuk, buluşmaya devam ediyoruz. Öncelikle yayınlandığı ilk günden bugüne sizin için nasıl bir heyecan Karakalem?

- Bu heyecan sözcüğü soruya çok güzel yakışmış. Çünkü daha proje aşamasından bugüne kadar onu tanımlayacak şey heyecandı. Müthiş bir heyecanla başladık olaya ve bir anda kendiliğinden gelişti her şey. Şöyle bir şey yapalım diye tasarlamış olmaktan öte dergi kendi kendisini çıkardı aslında. Bir kanal eksikliği vardı yani gençlerin kendilerini ifade edebileceği özellikle bu genel geçer merkezi edebiyatın içinde yer alan ve yer almaya niyeti olanların kendilerini ortaya çıkartacakları bir alan var ama bunu dışında tutanların bir alanları yok. Yayınlama, kendilerini gösterme, gelişebilme şansları yok bu anlamda. Benim önümde hiçbir dergi olmamasına, yayıncılıkla ilgim bulunmamasına rağmen ciddi olarak bende dosyalar birikmeye başladı. Bana yolluyorlardı; beğeniyordum, okuyordum ama öteye gidemiyordum, derken  böyle bir şey gündeme geldi. Bu sayılar çoğaldıkça ve elimi taşın altına soktum ve başladı her şey. Derken sadece okur olarak değil yazar olarak da ciddi bir katılım oluştu ve zaten içeriği de bu durum belirledi. Başlangıçta üç ayda bir düşünmüştük ama iki hafta gibi bir zamanda ilk sayı tükenince dergiyi ayda bir yayınlamaya karar verdik. Şimdilerde Yasak Meyve dergisi ile birlikte sunuluyor ‘’Kara Kalem’’ ve yolculuğumuz devam ediyor.

- Ve son olarak edebiyatın dışında hayatın diğer yanında doktor olduğunuzu biliyoruz. Hayatın beyaz önlük yanında nasıl bir portre var karşımızda ve de elbette buradan yola çıkarak yine gündelik hayatta. Hani kalemin kağıdın olmadığı yerde? Altay Öktem’in o dünyasından notlarla  bu söyleşiyi noktalamak istesek …

- Enteresan biçimde ben doktorluğu da çok seviyorum. Yani sevmemin şöyle bir nedeni var. Bana çok ciddi bir katkısı olan, beni zenginleştiren bir alandır. Edebiyatın ya da sanatın ana konusu insandır zaten. İnsana yaklaştığımız her şey edebiyata bir katkı olarak düşünülür. Bir insana yaklaşmak ya da çözümlemek, o insanın içine girmek biz de hep psikolojik faktörlerle olmuştur. İnsan psikolojisini çok iyi yakalayabilmek ve yakaladığımız yerde onu edebiyatın içinde daha iyi dönüştürebilmek ve daha iyi yorumlara ulaşabilmek. Ama fizyolojik olarak hiç kimse bu şekilde yaklaşmamış ki onu da tanımak çok önemli. Madem edebiyatın konusu insan diyoruz ki ben insanın yalnızca cildine değil cildin altına da dokunabilme şansına eriştim ki; bu çok önemli geliyor bana. Mesela bir kadınla sevişiyorsunuz; göğüslerine dokunuyorsunuz bu bir haz, doğal bir şey, güdü ama ben o göğüslerin iç yapısını da gördüm, o dokularda gezdi parmaklarım çok kez. Yani sevişirken bile karşındaki kadına başka bir gözle bakıyorsunuz bu durumda; daha derinlerini bilerek yaklaşıyorsun. Edebiyatta da böyle bir yaklaşma şansın oluyor. İnsanı ben bağırsağını elinde tutabilecek kadar iyi tanıyorum ya da bir dalağa dokundum mesela. Bu büyük bir zenginlik getiriyor bakış açısında, farklı yerlere sürüklüyor hatta şizofrenik kopuşlara da neden olabiliyor biraz ama olumlu açıdan bakınca edebiyat anlamında önemli bir malzeme. Özelimde katkısı olduğunu düşünüyorum evet; ben doktor olduğum için çok mutluyum.

 

ŞUBAT 2010

 

Zeki Çelik Söyleşileri