Zeki Çelik

zkcelik@gmail.com

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Behruz Kia

Ressam, şair ve gazeteci Behruz Kia, 1937 yılında Tahran'da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Tahran ve Beyrut'ta yapan Kia, üniversite eğitimini A.B.D. de tamamladı. Boston Emerson College'de tiyatro ve sinema, New York Actors Studio'da rejisörlük ve tiyatro yazarlığı eğitimi aldı. Michigan University'de televizyon ve sinema dallarında Yüksek Lisans derecesini aldıktan sonra, 1961 yılında National Iranian Radio and Television kurumunda çalışmalarına devam etti. Bu arada, radyo programlarının yazar ve yapımcılığını da yaptı. İran Televizyonu'nda müdürlüğün yanında, pek çok programın yönetmenliğini ve yapımcılığını yürüttü.

Resimlerini ilk olarak 1960 tarihinde A.B.D.'de (Los Angeles) sergileyen Kia, Avrupa'da (Paris, Brüksel, Londra), Tahran Delhi ve Tokyo'da sergiler açmış, Tahran'da "Galeri 25'in sanat yönetmenliğini yapmıştır. Şiir roman ve tiyatro sanat dallarında da eserleri bulunan sanatçı; 1974- En İyi Belgesel Ödülü, 1976- Televizyonda Yılın En iyi Röportajı Ödülü, 1976- En iyi Muhabiri Ödülü, 1972 ve 73-74-75-76 yıllarının Taç Ödüllerinin sahibi olmuştur. Sayısız televizyon çalışmasında imzası bulunan Kia'nın çalışmaları arasında 83 Belgesel filmin yönetmenliği ve b u filmlerin metin yazarlığı, ayrıca televizyonda gösterimi üç buçuk yıl süren sosyal içerikli "Şehir" adlı belgeselin metin yazarlığı ve yönetmenliği ve bu çalışmalar dolayısıyla layık görüldüğü ödüller dikkat çeker. Politik ve sosyal içerikli, çeşitli gazete ve dergilerde yayımlanmış 500 den fazla makalesi olan Kia, aynı zamanda 1964 yılında televizyonda yayımlanan "İnsanları Koruma Cemiyeti" adlı, kara mizah içerikli Mopet Show'unda yazarı ve yönetenidir.

Yaklaşık yirmi yıldır Türkiye'de birçok kişisel sergi açan ve karma sergilere de katılan sanatçının, Türkçeye çevrilmiş iki şiir kitabı da vardır.

Sergiler

Kasım - 1984 İstanbul Tanak Sanat Sergisi
Aralık - 1984 İstanbul Otel Dilson Sanat Galerisi (karma sergi)
Ocak - 1984 İstanbul Otel Dilson Sanat Galerisi
Kasım - 1985 İstanbul Tanak Sanat Galerisi
Mart - 1985 İstanbul Tabar Sanat Galerisi (karma sergi)
Nisan-1985 İstanbul Tabar Sanat Galerisi
Aralık-1986 İstanbul Tanak sanat Galerisi
Mayıs - 1986 İstanbul Arnet Sanat Galerisi
Şubat -1987 İstanbul Opera Sanat Galerisi (karma sergi)
Nisan - 1988 İstanbul Pabetland Sanat Galerisi
Mart-1988 İstanbul Erenköy İş - Sanat Galerisi (Şeref Aktik ile)
Nisan -1990 İstanbul Erenköy İş - Sanat Galerisi (Şeref Aktik ile)
Haziran - 1990 İstanbul Taksim Sanat Galerisi
Ekim - 1990 İstanbul Emlak Bankası Sanat Galerisi (karma sergi)
Mayıs - 1992 İstanbul Taksim Sanat Galerisi
Nisan 1996 İstanbul Büyük Şehir Belediyesi Atatürk Kitaplığı
Nisan - 2001 İstanbul Art Hall Sanat Galerisi

Diğer Çalışmalardan Örnekler;
Senaryolar:

Aslanın Ağzındaki
Yuvaya Dönüş

Tiyatro Eserleri:
Demir
Sekiz Köşe
Phasilia
Talisman (T.C. Kültür Bakanlığı tarafından Devlet Tiyatroları Arşivine Kabul edilmiştir.)

Şiir:
Dört Kitap, Hatıraların Gri Parçaları, Mavi Yalnızlık

 

 

- Ressam, şair ve gazetecisiniz. Tiyatro yazarlığı yaptınız, 83 belgesel filmin yönetmenliğini üstlendiniz. Sayısız ödüller aldınız, çeşitli gazete ve dergilerde 500 den fazla makaleniz bulunuyor. Başta İstanbul, Los Angeles, Paris, Londra, Brüksel, Tahran ve Tokyo'da olmak üzere dünya başkentlerin bir çoğunda sergiler açtınız. Sanat yaşamınız Türkiye'de devam ediyor, ve 74 yaşındasınız. Barışı, sevgiyi, hoşgörüyü ve umudu yeşerten Behruz Kia, bizlere daha ne güçler aşılayacak?

- Yakında yayınlanması üzere iki tane politik kitap yazdım. 1953'de İran'da yaşananları araştırdım ve kaleme aldım. 10 yıl boyunca CIA dökümanları ve fotoğrafları üzerinde araştırma yaptım, o döneme ait gezeteler, fotoğraflar üzerinde uzun uzun çalıştım. Sonuçta kitap 270 sayfa oldu 100-120 sayfa da döküman ve fotoğraf var. Hangi yayınevinden çıkacağı henüz netlik kazanmadı. İki farklı yayınevine birden verdim, bunlardan biri Doğan Kitap. Ama biraz sivri söylemleri olan bir kitap olduğu için sanırım basmaya cesaretleri yok.

1910 İngiliz kolonolistleri İran’ı temizlediler ve kadınları cepheye yolladılar. Sonuç 10 milyon İranlı açlıktan öldü. Bir facia! Ve ne yazık ki dünyanın bundan haberi bile yoktu. Aynı şeyi II. Dünya savaşında da yaptılar. Sadece Hindistan Bengal'de 3,5 milyon insan öldü. Mesela ordu geliyordu ve ambarları boşaltıp gidiyordu. Sonuç olarak ümit biterse hayatta biter ve ben de ikinci kitabımda bu konuyu işledim.

Ayrıca bir tiyatro oyunu yazıyorum ki Farsça hali bitmiş durumda; şu anda da İngilizceye çeviriyorum. Oyunun konusunu ise şöyle özetleyebilirim. İranlı bir ailenin inkılaptan sonra Türkiye'ye yerleşmesi ve hayatlarının nasıl bir değişime uğradıkları anlatılıyor.

Tüm bunların dışında birde beni çok etkileyen bir hikaye var, yarı gerçek diyebiliriz. Onu kaleme alıyorum. Romanda Alman bir anne ile Türk bir babanın 13 yaşına gelmiş kızlarının hikayesini anlatıyorum. Regl olduktan sonra yaşadığı bir sürü acı olayla kızın hayatının mahvoluşunu sunuyorum okuyucuya.

- Tablolarınızda insan figürleri, portreler üstün. Tuval planı üzerinde fırça darbeleriniz eksiksiz bir eylemde, bir aşk eyleminde, eller ve yüzler yeniden yaratılıyor. İnsani soluğunu verme çabasını, yeniden diriltiyorsunuz. Gerçek hayat henüz doğum halinde midir?

- Son sergim için bir sürü kadın portresi üzerine çalıştım. Ayrı ayrı formlar, mesela bir kadının elinde çiçek var, başka bir kadının elinde bir nar var, nar mitolojide kadının bakireliğini simgeler, tabloda kocası kadından narı ister ama kadın vermez örneğin. Yine benzer bir şekilde Leyla ile Mecnun tablosu yaptım. Birkaç tane daha böyle var ama gerisi tamamen doğa üzerine. Ben doğada başka şeyler görüyorum. Mesela bir tane lale yeterli benim bir tablom için öyle bütün çiçekler ile süslemiyorum.

Gerçek hayat henüz doğmadı mı diyorsunuz. Gerçek hayat… Çok farklı bir şey değil :)

- Belgesel filmler daha çok belgeye dayanan sunum tarzıdır. Arşivleri taramak, o metinlere ulaşmak başlı başına bir uzmanlık alanı, bu güne kadar 83 belgesel film yönettiniz. Bu alanda yönetmenliğiniz ve metin yazarlığınızın dışında iyi de bir arşivcisiniz. Canlı bir kütüphanesiniz. Behruz Kia'nın kütüphanesine girdiğimizde, yönettiği belgesellerin içinden birini, en heyecanlandığı anısını bizlerle paylaşabilir mi?

- Savaş, deprem, açlık üzerine bir sürü belgesel yaptım. Ama Avrupa’da da birçok TV kanalında gösterildi ki Etiyopya üzerine hazırlamış olduğum belgesel çok başka bir etki bıraktı. Daha sonra  Vietnam savaşını iki ayrı belgesel haline getirdim. Aslına bakarsanız ben her belgeselimde yeni heyecanlar yaşadım. Çünkü belgesellerimde dünyadaki acıları, insanların uğradıkları zulümleri araştırdım ve aktarmaya çalıştım. Hayatın gerçeğine bu kadar yaklaşınca kayıtsız kalmamam mümkün değildi.

- Peki şu anın imkanları olsa neyin belgeselini çekmek istersiniz? Hayatınızda çekmek istediğiniz bir belgesel kaldı mı?

- Belgesel hep var. Mesela Türkiye pazarı örneğin Kapalı Çarşı nasıl çalışıyor. Ben henüz onunla ilgili bir belgesel görmedim. Düşündünüz mü hiç onun altında hayat nasıl işliyor. Sonra çok var böyle örneğin çingeneler, romanlar… Öyle hayatları var ki onların kesinlikle çekilmesi gerek. Örneğin güneşli bir havada gelin ve oturduğum yerin oraya gelen o iki çingene kadını izleyin ve konuşmalarını dinleyin, gülün; mesela bir tanesi sürekli bağırıyor. Bir yandan doğal ama bir yandan da enteresan bir şey bu; kesinlikle herkesin görmesi lazım.   

- Türkçe çevrili üç şiir kitabınız var, şiirlerinizde yalnızlık konusu hakim. Neden? Sizce insan hep yalnız mıdır?

- Bir tanesi ‘’Mavi Yalnızlık’’ diğeri ‘’Dört Kitap’’ ve sonuncusu ‘’Hatıraların Gri Parçaları’’. Biz doğulu insanlar hâlâ mistisizm içinde yaşıyoruz ve o irfan bizden gitmiyor. Evet biz insanlar yalnızız. Neden? Çünkü biz kendi içimizde yaşıyoruz. Bir sürü insan olabilir o gün yanınızda ama yatağınıza uzattığınızda orada kendiniz ilesiniz. Bir ressamsanız ve resim çiziyorsanız yalnız yapıyorsunuz bunu, bir şiiri yalnız yaşayarak yazıyorsunuz. Ben şahsen bu yalnızlığı seviyorum.

Şiir umut vermeyen bir din midir?

- Şiirin kendisi bir dindir. Neden? İtikatım var ama peygamberlerin mitolojiye dayalı olduğunu düşünüyorum. Din insanın kendi kalbi içindedir. Celaleddin Rumi diyor ki ‘’Tanrıya yemin ediyorum ki sen tanrısın, eğer sen bir an kendi yüreğini dinlersen bunu bulursun. Ferîdüddİn- i Attâr 8 tane mesnevi sahibidir. Bunlardan en önemlisi Mantıku’t-Tayr’dır ki bu eserde tanrı simurg kuşu ile sembolize edilir. Farsça "is", "otuz" demektir murg" ise "kuş" yani ‘’Otuz Kuş’’. Bir de ‘’Hüdhüd’’ vardır ki o da kuşların en bilgesi olarak kabul edilir.

Simurg Anka'yı beklemekten vazgeçerek, şaşkınlık ve yok oluşuda yaşadıktan sonra bile uçmayı sürdürerek, kendi küllerimiz üzerinden yeniden doğabilmek için kendimizi yakmadıkça, her birimiz birer Simurg olmayı göze almadıkça bataklığımızda, tüneklerimizde ve kafeslerimizde yaşamaktan kurtulamayacağız. Şiir de kalben yazıldığı için dindir, sadece umut vermez hayat verir.

- Geçen yıl Şiir İstanbul Festivaline katıldınız. Siz şiirinizi İngilizce yorumlarken, Türkçe çeviri şiirinizi tiyatro sanatçısı Melisa İclal Gürmen yorumladı. Şiir, kendi diline bile çevrilemezken iki ayrı dilde, iki ayrı duyguda insanlara ulaştınız. Türkçe çeviri şiirlerinizi dinlerken ya da okurken, yazdığınız gibi sizi derinden sarsıyor diyebilir miyiz?

- Bir kitabımı çok kötü tercüme ettiler maalesef ama diğer ikisi iyiydi. Son kitabımı yani ‘’Mavi Yalnızlık’’ı iki arkadaşım tamamen aslına bağlı kalarak çevirdi ve bu yüzden benim içime daha çok sindi. Şiiri tamamıyla hissetmesi için kişi yine de yazıldığı dilde okumalı şiiri.

- Türkiye şiirinde sizi etkileyen şairler var mıdır? Son dönem Türkiye şiirlerini nasıl buluyorsunuz?

- Nazım Hikmet mesela. Düşünün zamanında Türkiye’de Nazım Hikmet yasaklıydı ve ben İran’da kendisini Farsça okuyordum. Bütün şiirlerini o zaman çevirmişler ve hepsini de okudum. Orhan Veli’de çok sevdiğim şairler arasındadır.

Son dönem şairlerini biraz ticari buluyorum. Yani sanki sadece satışa yönelik şiirler yazıyorlar gibi geliyor bana; kalben yazılmış gibi değil.

Örneğin ben türkülerinizi dinliyorum, kalpten hissediyorum böyle. Şiir de de bu olmalı, dokunmalı oraya. Akşam çok fazla rakı içiyorlar belki ondan böyle etkili şiirler yazılmıyor artık :)

- Meşrutiyet döneminde yetişen İran şairlerinin Türkiye şiirlerinden etkilendiğini biliyoruz. Farsça şiirin hem biçim, hem de içerik bakımından değişime uğraması, İranlı şairlerin o dönemlerde İstanbul'da uzun süre kalmaları, edebiyat dergileri yayınlamaları, Türkiye şiiriyle iç içe olmaları, çağdaş Türk şiiri ile çağdaş İran şiiriyle birlikte yenilik aşamasına girmesi bu etkileşimin sonucudur diyebilir miyiz?


- Meşrutiyet her iki ülkede de hemen hemen aynı zamanlarda oldu. O dönem bir sürü Türk şair  Azerbeycan’a gitti ve orada dergi çıkartmaya başladılar. Aynı zamanda İranlı şairlerde Türkiye’ye geldiler ve burada gazeteler, dergiler bastılar. Aynı ideolojiler taşındı bu süre içerisinde. 20bin İranlı gelmiştir belki oradan buraya ki belki bir 10bin’i hâlâ burada yaşıyordur; çocukları bile Farsça bilmiyor olabilir. Yeni bir jenerasyon var çünkü karşımızda ve tüm bunların başlangıcında edebiyat etkili olmuştur. Türk ve İranlı şairlerin iç içe yaşamaları bu etkileşimin sonucu olmuştur diyebiliriz. Örneğin Türkiye’de yaşayan birçok İranlı şair İstanbul’dan etkilenip şiirler yazmıştır.

- Peki sizin şiirlerinizi bir kategori içinde değerlendirmek istersek?

- İranlı modern şairler arasında konuşma biraz farklıdır ama birbirinden uzak değildir. Şiir; çok önemli şairler ile var olmaya devam ediyor; herkes kendi ideolojisini anlatıyor. İranlı şairlerin kullandıkları form aynı yani; aruz, kafiye falan kırıldı ama lirizm hiç yok olmadı. Benim şiirlerimi de modern çağdaş İran şiir geleneği içinde değerlendirmemiz mümkündür.

- İran şiiri ülkemizin bugünkü coğrafi sınırlarıyla sınırlı değildir. İran, sınırlı bir coğrafya olmadan önce köklü bir kültürdür. Ömer Hayyam, Şah İsmail, Ahmet Yesevi, Firdevsi, Fuzuli, Baba Tahir, Abdullah Ensari, Feleki Şirvani, Alaettin Keykubad gibi birçok şair, ortak şiir kültürümüzdür. Son dönemlerde tartışılan bir konuyu gündeme getirmek istiyorum size. İran hükümetinin bir iddiası var, Mevlana'nın da İranlı olduğuna dair. Mevlana, şiirlerini Farsça yazmanın dışında başka bir belgeyle İranlı olduğuna dair kanıtlanmış mıdır?

- Evet memleketi İran’dır ama neden ve nasıl gelmiştir Türkiye’ye? Moğollar o dönem İran üzerinde büyük bir katliam başlattı ki birçok önemli şair bu süreç içinde hayatını kaybetti. Celalettin Rumi babası Bahaddin Veled tarafından sonra Mekke’ye oradan da Azerbaycan’a en sonunda da Erzincan’a gidiyorlar. Rumi o dönem Ferîdüddİn- i Attâr’ın Mantıku’t-Tayr isimli kitabını okuyor ve çok etkileniyor. Zamanının büyük bir bölümünü bu kitap ile geçirerek mesnevi formunu böylece öğrenmiş oluyor ve ilk mesnevi şiirlerini yazmaya başlıyor. Daha sonra Mekke’ye oradan da Azerbaycan’a en sonunda da Erzincan’a geçiyor ve 1,5 sene burada hayatını devam ettiriyor ve orada evleniyor. Daha sonra Konya’ya geliyor. Ve orada o dönemin padişahının açmış olduğu bir okulda eğitim alıyor.

- Celalettin Rumi’nin bir rubaisinde ‘’Ben şiirlerimi Farsça yazabilirim ama Türküm’’ diyor.

- Ben böyle bir rubai duymadım hatta bir şiirinde Şems Tebriz için ‘’Aşkım Türktür ve ben Türkçe bilmiyorum, keşke onun dili benim ağzımın içinde olsa’’ der. O zamanlar Selçuklu İmparatorluğunda, Konya’da Farsça konuşuluyordu.

Mesela ben İranlıyım, İran’da doğdum ama benim vatanım İstanbul’dur çünkü 24 senedir burada yaşıyorum. Nerede yaşıyorsanız vatanınız orasıdır.

 

Şiirler: Behruz Kia

Seslendirenler: Melisa İclal Gürmen & Zeki Çelik

 

Hatıraların Gri Parçaları'ndan

 

Günler,
Hatta aylar,
Ve yıllar,
Dalgaların,
Ay ışığını getirmesini bekleyerek oturuyorum.

Ay beni selamlamayacak mı diye merak ediyorum.
Dalgalar,
Ay ışığının nerede olduğunu biliyor mu?

Sürgünde,
Rüzgar hiç esmez.
Ağır ve yavaş,
Dalgalar,
Sadece, derinlerden
Karanlık anıları getirir.

***

Vadinin derinliklerinde
Bir yerlerde
İlk yeşil,
Baharı selamlar.
Sokağın ortasında
Bir yerlerde,
Güneş ışığına bir pencere açılır.
Kapının yanında
Bir yerlerde,
Dudaklar,
Bir yabancıya gülümser.
Bir yerlerde,
Bir pencere kapalı kalır.
Bir yerlerde,
Yeni bir mezar açılır.
Orada,
Gülümseme sonsuza dek gömülür.

Tüm kuru tarlaların acılarını,
Sonsuzluğa taşırım.

***

Yarın için verilen söz,
Dün için bir gerçekti.
Bugün,
Hangi söz,
Mutluluk getirecek.

Hayat, deri değiştiriyor,
Ümitsizlik.
Ve bezginlik,
Birkaç kuru ve
Yanmış yaprakla
Pencereden içeri giriyor.

Çaresizlik,
İçeri giriyor.
Bir şarkıya muhtacım.
Belki gelecek bahar,
Kuşlar, aşkın ilk meltemiyle
Onu getirecekler.

***

Bir gizli mırıltı gibi
Kulağıma ninni söylüyorsun.
Anılarımın her basamağına
Tırmanarak
Kalbimde yürüyorsun.
Ufukta güneşle beraber
Oturuyoruz.

Gerçeğe açıyorum pencereyi.
Beni özgürlüğe koşmak için çağırıyorsun,
Ama sözlerin bulanık.

İçimde ay gibi büyüyorsun.
Kalbimde
Meltem gibi esiyorsun.
Ve mırıldanıyorsun;
Ensenden asılan aşk değil,
Yalnızlığında dayandığın
Kin.

Ellerinde nefretin zehri var.
Dudaklarına dokundurma.
Dön ve
Denizde doğan güneşe bak.

***

Sensiz geçen günler.
Siste geçen günler.
Görülemezsin,
Ve sadece kelimeler
Ve anılarla
Baş başa kaldım.

Bugün sensiz,
Siste kendimi kaybettim.
Sensiz,
Bensiz
Siste kaybolduk.
Bu acı günler,
Bu küskün günler,
Ve ölğün anılar.

Dalgalar, yorgun.
Deniz, onları içiyor
Kayıp sebebin
Kayıp mezarında,
Buna dirensem de.
Kendimi kaybettim.
Seni kaybettim.
Yaşamın tadını kaybettim.

 

 

Behruz Kia'nın Resim Çalışmaları

 


MART 2011

 

 

Zeki Çelik Söyleşileri