Zeki Çelik

zkcelik@gmail.com

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Haydar Ergülen

 

 

14 Ekim 1956'da Eskişehir’de doğdu. İlk ile ortaokulu Eskişehir'de, liseyi Ankara'da okudu. Ortadoğu Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi Sosyoloji Bölümü'nü bitirdi. Anadolu Üniversitesinde araştırma görevlisi olarak çalıştı. İstanbul'da reklam yazarlığı yaptı. Anadolu Üniversitesi'nde yayımcılık, reklamcılık ve Türk Şiiri dersleri verdi. Halen Bahçeşehir Üniversitesi İletişim Fakülesi'nde, 'Yaratıcı Yazarlık' ve 'Türk Şiiri ve Şairler' dersleri vermektedir.

1980 sonrası Türk şiirinin önemli isimlerindendir.

İlk şiiri 1972'de Eskişehir'de Deneme dergisinde "Umur Elkan", ilk yazısı da aynı yıl Yeni Ortam gazetesinde "Mehmet Can" adıyla yayımlandı. İstanbul'da Üç Çiçek (1983) ile Şiir Atı (1986) dergilerini yayıma hazırlayanlar arasında yer aldı. 1979'dan başlayarak Somut, Felsefe Dergisi, Türk Dili, Yusufçuk, Yarın, Yeni Biçem, Gösteri, ile Varlık dergilerinde şiirler yayımladı. Bir süre, Radikal gazetesinde Açık Mektup köşesinde denemeler yazan Ergülen, Star gazetesi'nde yazmaya başladı.

Karşılığını Bulamamış Sorular adlı ilk şiir kitabı 1981 yılında yayımlandı.

 

Eserleri:

Şiirler:

1981 Karşılığını Bulamamış Sorular
1990 Sokak Prensesi
1991 Sırat Şiirleri
1995 Eskiden Terzi
1997 Kırk Şiir
1999 Karton Valiz
1999 Hafıza
2000 Ölüm Bir Skandal
2000 Toplu Şiirleri: Nar 1.Cilt
2000 Toplu Şiirleri: Hafız ve Semender 2.Cilt
2005 Keder Gibi Ödünç
2007 Üzgün Kediler Gazeli

Deneme:

2000 Haziran, Tekrar
2005 Üvey Sokak

 

- "Sahi senden mi doğdum anne/yollar nehirler kuşluk vakitleri dururken/bir insandan mı doğar bir çocuk"  1981 yılında yayımlanan ilk kitabınız "Karşılığını Bulamamış Sorular" başkaldırmanın bu diyalektiğinde bu derin gerçek, ızdırap değil de nedir? Hayatın bütün dönemlerinde insanı sanrıya düşüren o ellere bakılırsa Haydar Ergülen neye karşı çıkarak şiir yazıyor?

- Zor bir soru :) Zaten şiir üzerine sorulan sorulara yanıt vermek şiir yazmaktan daha zor aslında. Ben bazen onlara dizelerle yanıt vermek isterim ama şu an yazılı bir söyleşi yapmıyoruz. O dizeleri yazdığım zaman 1980 yılıydı yani bu kitabın çıkışı da 1980 yılı sonrası. Bildiğiniz gibi 80 darbesi öncesi, öldürülen arkadaşlarımın, yoldaşlarımın acılarını paylaşan bir şiirdir. Ben şiire çok erken başladım ve bıraktım. İlkokulda yazmaya başladım, ortaokulda bıraktım espri olarak durum bu. Ben aslında hikâye yazmak, hikayeci olmak istiyordum. Lise hayatım boyunca hikayeler yazdım. En yakın arkadaşım 18 yaşında bir tren kazasında ölünce şok olmuştum. İronik de bir durumdu ve tek gözü görmüyordu. Pendik’ten tren istasyonundan geçerken o tek gözünün görmediği yerden gelen tren tarafından ezilmişti. Aradan üç sene falan geçmişti hani şok olursunuz ve sonradan çözülürsünüz ya aynen o duyguyu yaşadım ve üç sene sonra ağlayabildim, öldüğünden beri bir damla gözyaşı dökemeyecek kadar şok bir şekilde karşılamıştım durumu. Yine o senelerde üniversiteye de başlamıştım ve onun acısı bir sürü öldürülen arkadaşımın acısı ile devam etmişti. Bir bakıma şiire başlamak benim için acı bir vesile oldu. Şiir tuhaf bir şekilde ölümle başlamış oldu bende. O yüzden de ‘’Anne’’ şiiri hem ilk kitabımın ilk şiiridir, okuyucu beni ilk onunla tanımıştır. Hem de gerçekten bir bakıma benim yazdığım şiirlerin bir özeti gibidir. Ben özeti baştan gibi yapmış hissederim kendimi ama ölüme karşı çıkmaktan çok cehalete karşı çıkmaktır benimki. Daha sonraki yıllarda ülkenin yaşadığı birçok olayda da şiirin ölümle bir uğraşması var. İlhan Berk’in dediği gibi bütün şairler ölümü yazmalı, onla uğraşmalı, onla yüzleşmeli. Ben sanki en başta bunu yazmışım. Ölümden hayata doğru açılan bir şiir olarak görüyorum bunu. Temel olarak daha yalın bir yanıt vermem gerekirse; her türlü cinayete karşı olmayı arzulayan bir şiir bu.

- "Sokak Prensesi (1990)".  Yine dünyayla yüzleşiyorsunuz, hayatla didişmenizde bir kesinti yok. İkinci Yeni’ye de iyice yanaşmış oluyorsunuz bu kitapta. Haydar Ergülen; hani biraz hayatın çocuk yüzlü, çocuk ruhlu ve yalnız prensidir diyebilir miyiz bu kitap içinde?

- Bu kitap ‘’Sırat Şiirleri’’ kitabım ile aynı yılda çıktı. ‘’Sırat Şiirleri’’ bahsettiğim 80 darbesinin hemen akabinde yazdığım şiirlerdir. Orada darbenin hayatımızda yol açtığı ne varsa onlara dair şiirler vardır. Birçok kurumu, mekanizmayı sorgulayan şiirlerdi. ‘’Sokak Prensesi’’ne gelince; 85 yılında İstanbul’a gelmiştim, reklamcılık yapmaya başlamıştım. Hayat tam olarak açılmasa bile biraz farklılaşmaya başlamıştı. Kuşkusuz o duygulardan uzaklaşmamıştım ama o benim şiirlerimin baharı gibidir biraz. Nasıl diyeyim şairin kendisi için yazdığı şiirlerdir bunlar. Kuşkusuz hep kendimiz için yazıyoruz, ben okur için yazıyorum diye bir iddiam yok ama orada biraz fantazi diyebileceğim bir durum var sanırım. Şiirle benim aramda bir fantazi. Oradaki şiirler mesela daha rafine, inceltilmiş, üzerine uğraşılmış, sözcük işçiliği yaptığım şiirlerdir. Ben şiirlerimde sözcük işçiliği pek yapmam, ondan sonrakilerde de pek yapmadım. Ama bu kitapta çok yapmıştım. Şiirlerin seslerine, hecelerine, ölçülerine, duruşlarına çok dikkat etmiştim. Kendime bir armağan vermiş gibi oldum o kitapla. Oradaki şiirler benim diğer şiirlerim içinde farklı durabilir. Zira "ikinci yeni" vurgunuz çok doğru. Şundan: Bütün Türk şiirlerini eskisi, yenisiyle; antoloji olarak, gelenek olarak, eskisi, yenisi kabul ediyorum ama sizin şairleriniz hangisi diye sorarsanız; evet "ikinci yeni" diyorum. Onlar üzerinde yazıyorum, konuşuyorum ve onları çok seviyorum. Onların ağırlığı orada hissedilir.

- "Sırat Şiirleri (1991)" “uzun: uzadıkça kabuk bağlayan bir yaradan düşürdüm bu şiiri” diyorsunuz.  Nesnelerin parçalanıp yeniden kurulması... Ele avuca sığmaz bir heyecanla, kimi zaman bir öfkeyle, bakışın bir eylem olduğu bilinciyle hareket ediyorsunuz. Yaşamak; derin ve kabuklu bir yara mıdır?

- Onu az önce de yanıtlamış oldum aslında. Tam da sözünü ettiğim mekanizmaların, kurumların hayatımızda açtığı yaralardır aslında. Tabi o zaman yara çok tazeydi yazdığım yıllarda. Kabuk bağlamamış bile olabilir ama daha sonra kalın bir kabuk bağladığını hep beraber gördük. Daha sonra da zaten 1999 yılında da ‘’Ölü Bir Skandal’’ isimli kitabımı yazdım. O zaten o yaranın iyice kabuk bağlamış, ne kadar kalınlaşmış olduğunun direkt bir ifadesidir. Yani o kitap orada kalmadı aslında, ‘’Sırat Şiirleri’’ yıllar sonra bir başka kitaba ulandı, yani oraya uzandı ve ortadaki gerçeklik daha ağır bir şekilde ortaya çıktı.

- “Acıyan ve acıtan ten varoldukça gövde dikiş tutmaz.”  Eskiden Terzi (1995); gövde göz altındadır, oysa ruhunuz sereserpe. ‘’Kırk Şiir ve Bir’’in habercisi şiirler. Metafizik bir duyuş’a yönelen. Her imge, bir satranç ustasının hamleleri gibi salt insana özgü bir yasaya göre yaratılmış. Benim de çok beğendiğim bir kitap, sevgili Yelda Karataş'ın size yazdığı bir şiirden sorumu yöneltmek istiyorum.  "Kim kime şiiri sevdiğini söylemedi kaç yüzyıldır"?

- Çok teşekkür ederim. Ben bir kere daha böyle bir yanıt vermiştim. Benim en çok okunan ve baskısı olan bir kitabımdır bir kere bu. Fakat benim en sevdiğim kitabım ‘’Eskiden Terzi’’dir. Çünkü ‘’Kırk Şiir ve Bir’’ bir proje çalışmasıdır benim için. Kırk yaşına gelirken şairler kendilerine kitap ısmarlarlar. Örnekleri de vardır hani İsmet Özel yaptı bunu Hilmi Yavuz yaptı. Kırk yaş yalnız şiirde değil birçok şeyde ve birçok kültürde bir tür eşiktir. Belki de bu bütün ideolojilerin ışığında insan kendini olgunlaşmak zorunda gibi hissediyor. Ama kırka geldiğiniz zaman o şeyi hissetmişsinizdir mutlaka. Benim yapabileceğim şey de - ne kadar beceriyorsam tabi - şiir yazmak. O zaman reklam yazarlığı yapıyordum ve bu işi yaparsanız iş biraz daha kolaylaşıyor çünkü kavramlar, konseptler falan oluşturabiliyorsunuz. Düşündüm ve kırk yaşıma kırk tane şiir yazayım ve bunlar da benim hayatımda geçmiş yıllarda beni üzen, sevindiren, etkileyen, biçimlendiren, oluşturan ne varsa bir dökümünü yapayım dedim ve hepsini kavram olarak kağıda döktüm. Elbette yüzden fazla şey çıkıyor o zaman; yakınları, eş anlamları birleştirdim ve kırka indirdim. Tam bir disiplin çalışması içinde. O zaman mesela sigara içiyordum ve eve gelir gelmez eşliğinde gece yarılarına kadar şiir yazıyordum. Her hafta bir şiir yazdım. 8 - 9 ayda bitirdim ve yayınladım. Yazmak zor olmadı. Bir formülünü buluyorsunuz, konseptini buluyorsunuz sonra da zaten o zamana kadar yazmışsınız, yazabiliyorsunuz.

‘Eskiden Terzi’’ öyle değil mesela. O birbirinden bağımsızmış gibi görünen, farklı yıllarda yazılan ama iç bağlantıları çok olan şiirler. Benim bir dönemime tekabül eder ki büyük bir ayrılık yaşadığım yıllardır. Bir bakıma da o ayrılığın, boşluğun etkisi ile sadece o dönemde yazılmış şiirler. O kitap ile fark ettiğim şey şu oldu. O kitapta geçen bir dize var Kuzguncuk Oteli’nde: ‘’Ben bir anıyı ağırlamakla geçen hayatlardanım''. Doğan Hızlan bir yazısında bu dizeyi vurgulamıştı. Bu dize mesela beni çok iyi tanımlayan bir dize, şair olaraktan falan değil insan olaraktan. Yani çok eski dünyanın insanı olarak hissediyorum kendimi, duygularım ve düşüncelerim hep o eski zamana ait gibi. O yüzden de insanlara ve hatıralarına çok bağlıyorum. Bir şehri, bir insanı kolayca terk edemiyorum. ‘’Eskiden Terzi’’ bir anıyı, bir hatırayı ağırlama kitabıdır. Ayrılıklar olmadan bu yoğunlukta yeniden şiirler yazmak isterim mesela :)

 

- İmgelem, insan etkinliklerinin en yücesi, bir anlamda insanın algılama gücünün doruğudur. Hayalgücüne dayanan bu kitap bize bildiğimizden fazlasını öğretiyor. Aydınlanma çağının damgasını taşıyan, madde-ruh, zihin-beden, doğa-kültür, uygarlık- inanç gibi kavramlar "Kırk Şiir ve Bir"  kitabınızda çok belirgin. Duyguların doğuşunda içsel ve dışsal bir sorgu döneminden tam da geçerken kaleme alındı diyebilir miyiz bu yapıtınız için?

- Kitapları, şiirleri yazarken bilmediğin anılar üşüşebiliyor. Öyle bir çağrışım gücü var ki şiirin senin o anda onu düşünürken, ona yoğunlaşırken bilmediğin bir şeye ışıyabiliyor gözlerin. Ben o şiirleri yazarken unuttuğum, birçoğu geride kalan şeyler gözümde canlandı. Oradan kalkarak başka şiirler de yazdım. Kitapta yok ama ilk sevgilimi hatırladım mesela. Bu kitap benim için kırk yılımı değil sadece bir çocukluk da açtı bana yeniden. İmgelem dediğimiz şey aslında yazarken de ne olduğunu bilmediğimiz bir şey. İmge ile düşlerimizi, gerçekliği hep karıştırırım. Hangisi gerçek? Aslında şair için belki de gerçek olan imgedir. Ben şimdi uzanıp '‘Kırk Şiir ve Bir’’ kitabımdaki imgelerden çocukluğuma uzanıp unuttuğum şeyleri çıkartabiliyorsam o imge midir, gerçek midir diye düşünüyorum. O gerçeklik bana yeni şiirler yazdırıyor. Böyle bir imge - gerçek, imge - gerçek diye birbirine bağlanan bir şeyler var. Diyalektik bir ilişki var aslında. İmge bizim şurada zihnimiz burada bir bulut olarak durmuyor biz onunla hemhal olmuş bir haldeyiz diye düşünüyorum. Herhangi bir ağaca, yaprağa bakıp oradan düşünce üretmeye başladığınız zaman siz onu bağlamdan çekip koparmıyorsunuz. Ona yeni imgeler, gerçekler yüklüyorsunuz. Şiir o yüzden sadece dile değil zihne de bir şeyler eklemektir diye düşünüyorum.

Üniversitede şiir dersleri veriyorum. İlk derste şunu anlatıyorum: "Şiir edebiyat değildir, karıştırmayın; o başka bir şeydir. Konuşurken, şiirden edebiyat diye konuşmayın, şiir diye konuşun. Şiir hepsinden öncedir. İnsana içkin bir şeydir şiir. Biz hepimiz kendimizi hep şiirle anlatmışız, şiir bu kadar beyhudeyken. Bir şey bu kadar beyhude olup bu kadar gerekli olabilir mi? Şiir ister yayınlayın, ister yayınlamayın, yazdığınız bir şeydir."

- Epik şiir, dış görünüşü içinde yapmacıksız, anlamında kahramancadır. Büyük özlemlerin değişik biçimlerde dile getirilişilidir. "Çocuk" şiirlerinizde sizin kahramanınız. "Karton Valiz"  kitabınızda çok belirgin, değişmez niteliklerinden biri hep. Sonra Nar'la daha da anlamlaşacak içinizdeki o "çocuk."  Bir kesi masasında, bir şemsiyeyle bir dikiş makinesinin rastlaşması gibi. Çocuk, altın meyvalı bir ağaçtır diyebilir miyiz?

- Öyleymiş :) Benim baştan beri bir çocuk vardır hep şiirlerimde. Çocuk herkes gibi saflığı da temsil eder evet ama aynı zamanda Türkiye için ve dünya için 80 öncesini temsil eder. Çünkü 80 sonrası bambaşka bir dünya var şimdi. Büyük bir yanılma var aslında biz de onun bir parçasıyız. Teknoloji birçok şeyi değiştirdi ama zihniyet değişti. Bu çok fazla ara açılan bir ara. Eski bir miras olarak, bir devrimci yoldaş olarak şiir yazmak çok önemli benim için. Kim yazarsa yazsın şiiri ben onu yoldaş olarak görüyorum. Bir mirasa sahip çıkıyordur ve direniyordur çünkü. Hele bu çağda, işin mi yok derler adama. Şiir yazmak ve okumak bana hala kahramanca geliyor. Çocuk biraz da kahraman benim şiirlerimde.

Bir ay sonra bir çocuk vakfının bir çocuk kongresi olacak. Bir çocuk şiiri yazdım onlar için ve oturdum her şey yarım saatte bitti. Ama o çocuk duygusu o kadar çok yoğun olduğu için ben de şaşırdım aslında yoksa bu kadar kolay değil tabi :) Ama bende genellikle şöyle bir duygu oluyor, bir anafikir oluyor ve o duygunun etrafında şiir dönüyor, gelişiyor. Ana fikrini söyleyeyim size şiirin. Dize olarak değil ama fikir olarak: İnsan çocukluğuna yetişmek için koşmamalı, ancak durursa insane çocukluğuna yetişebilir. Şiirin derdi nedir, o çocukluk olan altın çağı yaşama duygusudur şiir. Ancak duralım, daha fazla kötülük yapmayalım ki yetişelim çocukluğumuza. Nar’da onun bir özel meyvesi, parçası. Ben Nar için bin dize yazıyorum şimdilerde. 200 - 300 tane yazdım inşallah seneye bitireceğim. Bir de ‘’Nar Alfabesi’’ isimli bir kitap yazıyorum. İlkokul çocukları için, ilk defa yapacağım bir şey bu ama çok zormuş. Bir ayda bitiririm dedim ama mümkün değilmiş. Her harften bir bitki, bir meyve, bir hayvan için bir şiir yazıyorum.

- Bütün insanlar doğaları gereği bilgi edinmeye istek duyarlar. Doğadan aldığı her bilgi, sanatsal etkinliğinde bir taklittir. Taklit sanatı, araç, nesne, tarzın bileşiminden doğan öğelerden meydana gelir. Şiir sanatında ozanı ozan yapan vezin değildir, taklit daha belirgindir. Resim doğayı resmeder, dansta yalnız ritim kullanılır, müzikte nota ve ritim taklittir. İmgelem bir anlatım taklit sanatından bir kaçış mıdır, değilse neyi taklit eder? 

- Ben bu soruya yanıt olur mu bilemiyorum ama şiir unutkanlığa karşı yapılan bir şey diye düşünüyorum. Taklit midir bundan kaçış mıdır, unutmamak için belleğin kendini geleceğe taşıması için bir aracı olarak görüyorum şiiri. İçinde kuşkusuz her şey vardır. Taklit de vardır, doğayı, sesleri, pek çok şeyi taklit etmez miyiz. Taklitse de bu en iyi biçimdir.

 

- Dünya, bir kuvvetler alanıdır. Ölüm, bütün ötekilere meydan okuyan bir tanesidir bu güçlerin.İster müzisyen olsun, ister yazar, isterse şair; Madımak Otel'in karşısında değil, içindedir bu defa. "Ölüm Bir Skandal"; Toplumsal gerçeklik sanatı ile kaleme alınan bu eseri, sanatsal bir yaratı biçiminde topluma sundunuz. İçinde bizim göremediğimiz başka ne gerçeklere işaret ettiniz?

- Tek bir şiir yazmak istedim, otuz üç bölümdür bu şiir ve tek bir şiirden oluşur bu kitap. Kitabın sonunda da şöyle bir son söz yazdım. Ben Haydar Ergülen diye başlayan ve dört tane kitaba heves ettim diye. Gerçekten de dört tane kitap yazmak istiyordum. Ölüm, aşk, yokluk ve çocukluk. Ama doğal olarak ben bunu çocukluk, aşk, yokluk - ölüm ya da ölüm - yokluk sırası ile yazmak istiyordum. Fakat o yıllar ve o yıllardaki Türkiye’nin durumu, güneydoğu meselesi, yargısız infazlar, köy bombalamaları, orman yakmaları, başka yerlerdeki pek çok faili meçhuller ki pek çok arkadaşımızın tehdit aldığı yıllardı. Ben de bir tehdit almıştım hatta. Korkunç bir şeydi. İnsanın doğal ölümü özlediği yıllardı. Tanrı bize doğal ölüm versin diyorduk hani. O beni çok ürküttü. Cinayete karşı ölümü savunmak; kitapta da o çok belirgindir. Tamam her ikisinin de sonu ölüm ama birisi tanıdığımız, bildiğimiz ölüm ama diğeri cinayet yani başkalarının bize layık gördüğü bir ölüm. Ona karşı hem kişisel hem de toplumsal bir tepki olarak bunu yazdım. Orada, Madımak’da benim yakın arkadaşlarım öldürüldü. Doğuda yaşanan olaylar, yargısız infazlar, dönemin karanlıkları da var. Bir çığlık gibi yazdım bu kitabı. Durmadan yazıyordum yani üç beş gün sonra öldürüleceğim de bu yazdıklarım kalsın gibilerinden sanki. Bir hafta da mı on beş günde mi bilemiyorum ama yazdım bir hızla ve masamın çekmecesine koydum onları sonra. Ben onu altı sene de çıkarmadım, kitabı yani yazdığım o dosyayı unuttum. 1999 senesinde Mehmed Fuat o zaman hayattaydı. Yeni bir yayınevinde adettendir yeni bir dosya ile çıkmamı istedi. O zaman yeni bir şeyler de yok yazdığım ve bu dosya aklıma geldi. Sanki elim yandı gibi o dosyaları çıkartırken, okumaya başlarken ve sonra onları yeniden yazmaya başladım ki böyle Ağustos sonu gibi teslim edeceğim, fuara yetiştireceğiz falan derken gece yazarken deprem oldu. 17 Ağustos depremi. Velhasıl bir süre daha bekledi kitap ve en son yayınevine teslim ettim hatta birkaç sene önce yeni baskısı falan da çıktı. Ben onu yeniden yazmak, geliştirmek istedim ama olmadı ama vakit olursa üçüncü baskı için yeniden yazmak istiyorum o kitabı ben. Ne olacak hiç bilmiyorum ama başka bir kitap için böyle bir düşüncem yok, bu kitap için var.  

- Yıl 2000 "Narın elinden kopardık şu aşkı diyelim"  Ateşi kim yaktı ve yolu aydınlattı, ışığı kim söndürdü ve yolu kaybetti?  Aşk, nara mı benzer? 

- Valla benzedi :) Nar birçok şeyi temsil etti ki bir defa kırmızı bir duygu var. Kırmızı bir duygu ateşin, varlığın, tutkunun, düşüncemin, inancımın, kızımın saçımın duygusu, annemin rengi. O duygu sıcak bir duygu tabi. Nar bereketi temsil ediyor, birlik içinde çokluğu, bir arada yaşamayı temsil ediyor. O yüzden de ben şey derim hep: Benim ruhumun başkenti Granada’dır. Granada, İspanya’nın bir kenti, adı nar demek. Benim için yine ne anlama geliyor dersen nar anlamına geliyor elbette :)

- Üzgün Kediler Gazeli (2007) “Mısır’a, Kiraz’a, Nar’a ve bütün sokak kedilerine adanmış bir kitap. Ayrıca kitap isminin oluşmasında ve şiirinde ilginç bir hikaye var. Sevgili Engin Turgut ile yaşanan. Edebiyatımızda pek rastlayamadığımız bir dayanışma belki de. Hem kitabın oluşmasında ki o ilginç hikayeyi, hem de kitabın gelişim sürecinde yaşanan diğer unsurları bizlerle paylaşır mısınız?

- Hayal Dergisi’nden sevgili Özgen benden bir şiir istemişti dergi için. Elimde de yeni bir şiir yoktu, olsa neden vermemezlik edeyim :) Derken sevgili arkadaşım Engin’e iletilmiş durum. Engin de beni arayıp neden bir şiir yollamadığımı sorunca bak dedim, sen bir tane yazsana benim yerime hem yarın öbür gün de ben senin için yazarım dedim; hem her şey ödünç, keder bile ödünç değil midir :) Olur mu falan dedi ama ertesi gün aradı ya dedi oluyormuş, yazdım dedi :) Tamam dedim, bana gönderme dergiye gönder şiiri o da şaşırdı ve yolladı, ben de şiiri dergide okudum adımla :) Ondan sonra ben onu zaten köşemde de yazdım Radikal’de. Sonra bir kitap yazdım ve isim arıyordum, bir türlü bulamıyordum. E dedim ‘’Üzgün Kediler Gazeli’’ işte burada. Kitaba da yazdım zaten; bu şiiri yerime yazan Engin Turgut’a ithafımdır diye.  

- Bu arada 14 Ekim sizin, 15 Ekim benim doğumgünüm. Sitemizin de 16 Ekim. İyi ki doğduk diyelim mi.:)

- Diyelim :) Şiir Ekimi :)

 

 


Sis

Şiir: Haydar Ergülen

Müzik: Vedat Sakman Seslendiren: Selçuk Yöntem


 

EKİM 2010

 

Zeki Çelik Söyleşileri