Zeki Çelik

zkcelik@gmail.com

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Mario Levi

 

Mario Levi, 1957 yılında dünyaya geldi. 1975’te Saint Michel Lisesi’nden, 1980 yılında, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun oldu. İlk yazıları “Şalom” gazetesinde yayımlandı. Bu yazılarını daha sonra “Cumhuriyet”, “Stüdyo İmge”, “Milliyet Sanat”, “Gösteri”, “Argos”, “Gergedan”, “Varlık” gibi yayın organlarındaki yazıları izledi.Yayımlanan ilk kitabı “Jacques Brel: Bir Yalnız Adam” (1986) adını taşır. Bu kitap üniversiteyi bitirme tezinin romanlaştırılmış şeklidir. İlk hikâye kitabı “Bir Şehre Gidememek” ise 1990 yılında yayımlanır. Otobiyografik özellikler taşıyan bu kitap, yazarın hem aşkları, hem de çocukluk ve ilk gençlik yıllarıyla hesaplaşması gibidir. Kitap o yılın Haldun Taner Öykü Ödülü’nü kazanır. 1991 yılında yayımlanan ikinci hikâye kitabı “Madam Floridis Dönmeyebilir”de İstanbul’un azınlık çevrelerine ve topluma uyum sağlamakta zorlanan insanlarına yer verir. 1992 yılında “En Güzel Aşk Hikâyemiz” adını taşıyan ilk romanı yayımlanır. Sonra araya uzun bir sessizlik girer. “İstanbul Bir Masaldı” adındaki romanı 1999 yılında yayımlanır. Bu kitap da yirmili yıllar ile seksenli yıllar arasında İstanbul’da yaşamış bir Yahudi ailesinin hikâyesidir. Şehrin öteki azınlıklarından kahramanlar bu hikâyede de görünür. 2000'li yıllarda yazar yolculuğuna üç ayrı roman ile ayrıca devam edecektir. Mario Levi, yazarlığın yanı sıra, Fransızca öğretmenliği, ithalatçılık, gazetecilik, radyo programcılığı, reklam yazarlığı gibi işler de yapmıştır. Halen Yeditepe Üniversitesi’nde ders vermeye devam etmektedir.

Eserleri:

1986 Bir Yalnız Adam: Jacques Brel
1990 Bir Şehre Gidememek: Çeviri: İtalya, Baldini Castoldi (1990 Haldun Taner Öykü Ödülü)
1991 Madam Floridis Dönmeyebilir
1992 En Güzel Aşk Hikâyemiz; Çeviri: İtalya, Baldini Castoldi,
1999 İstanbul Bir Masaldı; Çeviri: ABD: Dalkey Archive; Almanya: Suhrkamp, Arnavutluk: Fan Noli, Bulgaristan: Lettera, Fransa: Sabine Wespesier, İtalya: Baldini Castoldi, Romanya: Curtea Veche, Macaristan: L'Harmattan, Yunanistan: Oceanida (2000 Yunus Nadi Roman Ödülü)
2005 Lunapark Kapandı
2005 Bir Yaz Yağmuruydu
2009 Karanlık Çökerken Neredeydiniz; Çeviri: Almanya: Suhrkamp, Fransa: Sabine Wespesier, Yunanistan: Oceanida.

 

- Bir metin yinelenen incelemeler karşısında yine de ayakta durabiliyorsa ve bu metnin çekiciliğine karşı koymak zorsa, daha doğrusu imkansızsa, belleğimize sağlam ve silinmez bir biçimde yerleşmişse, yüksek bir anlatımdır. Edebiyatımızda böylesi yüksek anlatımın bir örneği olan Mario Levi eserleri okuduğunuzda  ruhunuz bu yüzden kendiliğinden yükselir. Bu yüzden yüksek anlatımın okuyucusu üzerindeki etkisi ikna değil, kendinden geçmedir.

Şu ya da bu biçimde görkemli anlatımı amaçlayanlar şu soruyu soracaklardır elbette. Retorik' de olduğu gibi yüksek anlatımında kuralları, bilgisi var mıdır? Yoksa ancak doğadan gelen, sonradan edinilemez, öğrenilemez bir yeteneğin mi ürünüdür?

-Bu gibi soruların zaman zaman soru soran kişide uyandırabileceği bir hayal kırıklığı vardır. Ben bunu çok yaşadığım için söylüyorum. Gazetecilik yaptığım günlerden... Hazırlanırsınız böyle güzel, anlamlı bir soruya. Varsayalım ki karşınızdaki de çok önesediğiniz bir yazardır, bestecidir, yönetmendir. Kimse artık...  Soru sorarsınız... Cevapsa sadece  “Evet...”dir!..  “Yani ben böyle bir çaba sarf ettim, bu ‘evet’  için miydi?..” diye sorarsınız kendinize...  Tamam... Ben bunu yapmayacağım... Şimdi sorunuz bana bir gerçeği hatırlattı. Benim bir zamanlar çok kafa yorduğum bir meseleyi... Yazmak, yaratıcı sürecin öteki alanları gibi, hakikaten  bir yeteneği mi gerektirir?.. Yani birileri işte yetenekli olduğun için yazıyorsun dediğinde acaba doğru bir saptamada mı bulunur?..  Soruyu kendime çok sordum. Açıkçası ben yeteneğin fazla yüceltilmemesi gerektiğine,  bir başka deyişle yazma sürecinin öğrenilen bir süreç olduğuna inanıyorum. Ve burada da galiba en önemli ölçütün tutku olduğuna... Birilerine dokunmak, yazı yolu ile birilerinin zaman zaman en mahrem yerlerine girebilmek, öncelikle tutkuyu gerektiriyor. ‘Neden böyle bir tutku var?..’ sorusu ayrı tabii..

Şimdilerde bu yılın son çeyreğinde yayınlanacacağını umut ettiğim bir kitap yazıyorum. Mesele bu vesileyle yeniden geldi, hayatımın gündemine oturdu.  Kitap yine bir İstanbul kitabı. Ancak bu bir roman değil. Bir öykü kitabı da değil. Her ikisini bir arada barındıran ama temelde daha çok bir hatırlama, yaşantı kitabı. İstanbul’un ulaşabildiğim, iyi hatırlayabildiğim son elli yılın bendeki tarihi... Anı-Roman diyelim. Hatırlamak acıtır her zaman söylerim. Ama aynı zamanda anlatılan anlatılabilen acı da özgürleştirir. Bu süreci tekrar yaşıyorum. Öğrencilerime telkin ettiklerimi de... Yaratıcı sürecin kaynağında mutlaka bir olumsuzluk var, bir acı var. Bir başka deyişle mutlu insanlar yazamazlar. Hali ile bunu gördüğümde bir sonraki adımda şunun farkına vardım. Yaşamış olduğum acılar gerek toplumsal hafızanın bana aktardıkları, gerekse bireysel serüvenimdeki acılar, meğerse bana bir hikâyeyi armağan etmiş. Beni tüm yazdıklarıma farkettirmeksizin hazırlayan bir hikâyeyi... Bir yerlerde çok derin bir kırılma yaşanıyordu... O zaman bu acıyı bir çeşit eğitim olarak da görebiliyorsunuz. Belki de yazma sürecinde yazmaya bir yatkınlıktan söz edebiliriz. Kendinizi bir çuvala tıkamış gibi hissedebilirsiniz ve yazı yolu ile o çuvaldan bir delik açarak çıkmayı deneyebilirsiniz. Bu sadece acaba ne yapabilirim sorusunun yanıtını aramaktır. Ne kadar başarılı olursunuz bunun gerçek yanıtını zaman verir. Ama başarının ölçütü ne? Örneğin çok okura ulaşmak mı? Kısmen evet; örneğin bir yazar için sürekli yazmak ve eserlerini bir türlü yayınlayamamak acıdır veya yayınlamak ama ses getirememek de...  Ama galiba en önemlisi yaptığınız işe inanıp inanmamatan geçiyor... İnanmak da soyunmayı bilmekten, ruhunu soymayı göze alabilmekten...  Samimiyet olmayınca ne kurgu becerinin önemi var çünkü, ne de dil zenginliğinin. Bir hikâyen, dahası derdin var mı?.. Asıl ona bak sen. Gerisi boş laf...

- "Bir Yalnız Adam: Jacques Brel". Türlerarası bir yapıtla edebiyat da ilk soluk aldığınız bir yıldır 1986 - Gözkamaştırıcı özelliği olan yazınsal ilk eseriniz, ilk kitabınız, ilk yönelişiniz. İnsanın iliklerine işleyen bir aşk gibi, bir inceleme, uzun soluklu  "romansı biyografi" de diyebiliriz.  Brel, Fransız olmadığı halde tüm zamanların Fransızca müzik yapan en iyi sanatçılarından biri olarak tarihte yerini alır. Şarkılarında yaratıcılığı, hayatı, aşkı şiirsel bir dille ifade etmesi mi sizi en çok etkiledi? Kitaba almadığınız başka saptamalarınız da oldu mu?

- Öncelikle kitabım hakkında söyledikleriniz için teşekkür ederim. Az önce sözünü etmeye çalıştığım samimiyet bu yazdıklarımda da vardı. Ancak bir daha baktığımda, ‘bu kitabı şimdi böyle yazar mıydım?..’ sorusunu sormaktan yine de kendimi kurtaramıyorum.  Siöylediğiniz gibi, kitap ilk olarak 1986 yılında yayınlandı. Ahtapot Yayınları tarafından...  Yaklaşık yirmi yıl sonra da, 2005’te, OM Yayınları tarafından ikinci baskısı yapıldı. OM Yayınları kitabımı yeniden yayınlamak istediğinde metni önüme aldım ve gülümsedim. Yok, bu böyle yazılmamalıydı dedim. Peki ne yapabilirdim? Elimde imkan vardı, gereken, uygun gördüğüm değişiklikleri yapabilirdim.  Ama yapmadım. Tüm yazılanları nerdeyse olduğu gibi bıraktım. Bazı dil hatalarını düzelttim, deyiş yerindeyse kendi editödlüğümü yaptım ama metni hiç değiştirmedim. Çünkü bu o dönemin Mario’sunun yazdıklarıydı. Ben hali ile o Mario ile de barışık olmak zorundaydım. Kendi gelişim sürecimi de birilerine göstermek gibi bir imkanım vardı ki bu fırsatı da tepmek istemedim. Bu macera nasıl mı başlamıştı?.. Cevap için daha da geriye, 1980 yılına gitmemiz gerekiyor. 

O yıl üniversitenin son sınıfındaydım. Fransız ve Roman Dilleri ve Edebiyatlarıydı bölümünde okuyordum. Bölüm bizden Fransızca’nın dışında bir başka Roman dilinde de bir çalışma yapmamızı bekliyordu. Bu arada yanlış anlaşılmamak için küçük bir ukalalık yapalım. Roman dilinin bugün çok yaygın bir şekilde kullanılan Roman’la hiçbir ilgisi yok. Tabir Latin kökenli diller için kullanılıyordu. Ben de İspanyolca üzerinde karar kılmış, İspanyolcayı çok iyi bilen bir hocamızla Nesterin Dirvana’yla bu dilde çalışmaya başlamıştım. Bu arada İspanya’ya gitmiştim, kendimi geliştirebildiğimce geliştirmiştim. Çalışmalar çok keyifli gidiyordu. Ancak bu arada Fransızca bir bitirme tezi de hazırlamak gerekiyordu. Bir gün cesaretimi toplayıp hocama Jacques Brel’in şiirleri üzerine bir tez hazırlayıp hazırlayamayacağımı sordum. Cesaret diyorum çünkü çoğunluk, hatta Brel’in kendisi bile yazılanları şiirden çok, sadece birer şarkı sözü olarak kabul ediyordu. Cevabın olumlu olacağına pek ihtimal vermiyordum doğrusu, deyiş yerindeyse öylesine sormuştum. Kabul etmez mi!.. Ne yapacaktım?.. Geri dönüş yoktu, ok yaydan çıkmıştı bir kez. Başıma gelecekleri bilseydim bu öneriyi yapar mıydım?.. Yapmazdım, kesin yapmazdım. Gerçekle çalışmaya başladığımda karşı karşıya geldim. Ortada bana yol gösterecek o kadar az kaynak vardı ki... İş başa düşmüştü. Bu yüzden de tez tahmin ettiğimden çok daha fazla uzadı ve bir dönemime daha maloldu!.. Pişman mıyım?.. Elbette değilim.  O adımı atmasaydım bu kitap için de gereken zemini hazırlamamış olacaktım.  Peki nedendi bu seçim? Sadece şarkıları sevdiğimden, o şiirlere kendimi çok yakın hissettiğimden mi? Hayır. Brel benim gözümde öncelikle büyük bir insandı. O şiirlerdeki buram buram insanlık, haykırış, isyan beni çok çekmişti. Bu kadarı o günler için fazlasıyla yeterliydi. Aslına bakarsanız bugün için de yeterli...

Devam edelim, bu sefer de 1985 yılına gidelim. O günlerde Stüdyo İmge adında bir müzik dergisi vardı. Nurlar içinde yatsın, Jak Delon’un beni dergideki çocuklarla tanıştırmıştı. Adnan Özer onların arasındaydı. Yazılarım orada da  yayınlanmaya, iyi kötü ses getirmeye başlamıştı. Bir keresinde Adnan ‘Jak’dan duydum, sen Brel ile ilgili bir tez yazmışsın, onu acaba biraz romanlaştırabilir misin, biz onu yayınlamak istiyoruz...’ gibisinden bir iki laf etti. Çok mutlu oldum tabii, nihayetinde kitabı olan bir yazar olacaktım.  Sonra da bir başka sancılı süreç başladı. Bu sefer de tezi nasıl romanlaştırabileceğim sorusunu kendime sormak zorundaydım.  Bu adam neler yaşamıştı, 49 yıllık ömrüne neler sığdırmıştı?.. İstediğim şuydu biraz: Çağımızın her geçen gün kendisini biraz daha fazla hissettiren ve bana da hissettiren sıradanlaşmasına bu yoldan bir haykırış yükseltmek, bu yoldan kendini duyurmak. Açıkçası ileride yazacağım kitapların henüz farkında değildim, sadece Brel için bir metin oluşturmak istiyordum. O günün kaygıları ile duyguları ile böyle bir kitap çıktı. Kitaba şimdi büyük bir sevecenlikle bakmamın temelindeki duygu bu. İnsan hatalar yapan çocuğuna nasıl bakarsa öyle.

Bir anı daha... 80’li yılların ortalarında, bildiğiniz gibi memlektette büyük bir video furyası vardı. Tesadüfen Brel’in siyah - beyaz bir konser kaydını bulmuştum. Heyecanla aldım kaseti, videoya taktım ve Brel’in orada sahneye çıkışını gösteren bölümleri  izledim. Hiç yabancı gelmedi bana. Meğerse kendime bir metin yolu ile bir arkadaş, bir dost yaratmışım. O kadar yakınlaşmıştım kendisine.

Son anı içinse çok daha gerilere gitmemiz gerekiyor... 70’lerin başlarına...  TRT’deki tek kanallı siyah beyaz televizyon günleri...  Halit Kıvanç’ın sunduğu bir yarışma programı var. Ben de çok meraklıyım o programa, soruları bilmekten için için gurur duyuyorum falan. Birdenbire bir soru geldi. Mealen şöyleydi.  yarışmada kendisi; soru şuydu: Amerikalı ünlü şarkıcı Terry Jacks’in ‘’İf You Go Away’’ ismi ile meşhur ettiği şarkının aslı  Belçika asıllı bir Fransız şarkıcıya aittir. Şimdi bu şarkıcının sesinden aslını dinleyelim ve kim olduğunu soralım... İlk kez karşılaşıyordum orada Brel ile. Dinledim ve bu adamın izini sürmeliyim dedim. Sadece bu kadardı. Bu yüzden Halit Bey’i yıllar sonra gördüğümde kendisine dedim ki; hayatımda benim çok önemli bir yeriniz vardır, bunu bilin :)   

- "Bir Şehre Gidememek" Tam bir kusursuzluk hayranlık uyandıran bir kitap. Şiirin kaynağına indiğimizde, özlemlerin, tutkuların, arzuların ve ihtirasların bir düşünce ufku içinde insan ile şehir arasında bozulan dengeyi yeniden alevlendiren, imgelem gücü yüksek, şiir söylemine çok yakın müthiş  bir anlatım. Hani neredeyse içinden 5 şiir kitabı çıkabilecek bir örgü var ve siz içinde gizlenen müthiş bir şairsiniz. Kitap kapağınızda sizin sorduğunuz bir soruyu bu sefer ben size yöneltmek istiyorum. "Bu sesi duyuyor musunuz?... Bu yola siz de, o dil ve o şiir kitabı için çıkmak istememiş miydiniz?"

- Kesinlikle çıkmak istemiştim bir kere onu söyleyeyim yani :) Şiir yazmak kolaydır, iyi şiir yazmak zordur. Herkes şiir yazacağını zanneder ama... Ben öncelikle iyi bir şiir okuruyumdur, bunu kesinlikle iddia edebilirim. Beni birçok şairin çok beslediğini ve bu hikayeye hatta bütün hikayelerime, romanlarıma hazırladığını rahatlıkla söyleyebilirim. Ama sanırım iyi şiiri bildiğim için şiir yazmaya hiç yeltenmedim :) Ve kendime hep şunu söyledim. Günün birinde eğer şiir yazabilirsem, yazmaya cesaret edebilirsem kendimi yazarlığının doruğunda kabul edeceğim. Bu yüzden hep biraz hikaye biraz roman yolu ile kendimi yetiştirmeye çalışıyorum, doğrusunu söylemem gerekirse. Çünkü ben yazma sürecinin aynı zamanda bir öğrenme süreci olduğuna inanıyorum. ‘’Bir Şehre Gidememek’’ öykülerinde de ‘’İstanbul Bir Masaldı’’da da bir şair gizli, onun ben de farkındayım. Hâli ile bu şiir sesini duyuyorum ama şimdilik bir on roman daha yazayım, ondan sonra bir bakalım ne olacak :) Her şeyin en süzülmüş hali çıkacak belki ortaya belki de hiçbir zaman olmayacak. Çünkü şiirin dilinin farklı bir dil olduğuna inanıyorum. Belki hiçbir zaman şiir yazamayacağım ya da şiir türü ile okurun karşısına çıkmaya cesaret edemeyeceğim ama bir şiirin izini sürmeyi hep isteyeceğim. Önemli olan bir şiirin izini sürmeye devam etmem.  Bu benim için şiir yazmak kadar önemli Bir de  hayatını şiir gibi yaşayabilmek, her yaşadığını bir şiir gibi görebilmek… Aksi halde bugüne kadar yazdıklarımı yazamazdım. Belki de bu nedenle benim yazarlarım da, beni eğiten - büyüten yazarlar da hep böyle bir izin süren yazarlardı, okurun karşısında romanlarında, öykülerinde şiirle çıkanlardı. Bu yüzden kendimi onlara her zaman daha yakın hissettim. Metin bence uğraştırmalıdır, çetin ceviz olmalıdır. Bazen son derece yalın metinlerde de bir şiir bulunabilir ama onu da görebilmek, yaşayabilmek için bir duyarlılığa sahip olmak gerekir. Sait Faik’i okursunuz, metinleri son derece yalındır, okursunuz ama hissedebilir misiniz? O başka bir şeydir işte, hissedebilmek. Bu benim İstanbul ile ilişkim gibidir. İstanbul’da yaşamak vardır İstanbul’u yaşamak vardır derim hep. Ama nerelerden beslenir derseniz, bugünden, isyanlardan, kırıklıklardan, tarihten beslenir. Benim metinlerimde bunların hepsi var ama şimdilik hikaye ve roman ile idare etmeye çalışıyorum.

- "Madam Floridis Dönmeyebilir" 1991 Yılında bir seyahat esnasında otobüsün içinde bir yolcunun "O arkadaş gelmeyebilir... Biz gidelim..." seslenişinden sonra, otobüs hareket etmeden önce bir hikaye yola çıkmıştı bile. O an hikaye yazıldı, bitti sanırım, Madam Floridis de sonradan dönmedi değil mi?

- Dönmedi Madam Floridis, aslında dönmesi de gerekmiyordu, dönseydi hikaye olmazdı. Ama o görüntü hakikaten çok önemli bir görüntüydü benim için. Hani az önce de dedim ya edebiyat mutlaka bir acıdan çıkar diye. Tam da böyle bir durumdu. Dönmesi değildi aslında benim hikayenin yoluna çıkmamdı önemli olan. Önemli olan Madam Floridis’in ya da o hanımefendinin dönmeyebileceği, gelmeyebileceği duygusunu yaşamaktı, gelmeme ihtimalini yaşamaktı. Hikâye böyle bir ihtimal üzerine dayalıydı işte...

Yazılması da epeyce bir vakit aldı. Duygusal tarihimde bir arkeolojik kazıya çıkmıştım. Bazı kahramanlarım gerçekte vardır. Mesela ‘’Bir Şehre Gidememek’’ adlı kitabımda anlatılan iki kadın gerçekte olan kahramanların metinde değişmiş halleridir. Evet, Floridis diye biri yoktur aslında, ama öte yandan vardır da. Çünkü o benim duygusal coğrafyamı inşa eden birkaç insanın bir vücutta bir araya gelmesiydi. Dolayısı ile ben onu çok iyi tanıyordum.

- "En Güzel Aşk Hikâyemiz" 'de bir sevgilinin izini sürüyorsunuz. Her kayboluşta yeniden başlıyor hikayeniz. Her yıldız kaydığında alkol damarlarınızda dolaşmaya başlıyor. Şehrin en köşelerinde sürgün üstüne, deniz üstüne, umut üstüne ve bütün bunları aşkın gönlünde bir araya getiren şiirler üstüne, kafa yormasına fırsat veren prensçe mesleğiniz ile... Peki gerçek aşk henüz doğum halindeyse,  siz bu derinlikte kendinizi bulabildiniz mi?

- Bazen bulduğuma inanmak istedim. Bu yaşıma rağmen aşkın her an kapımı çalabileceği inanıyorum. Aşkı yaşamak tabi ki birçok açıdan son derece sarsıcı bir durum. Hatta psikiyatrik bir açıdan saptama yapacak olursak belirli bir kişilik bozukluğunun tüm özelliklerini göstermenin de zeminini hazırlayan bir durum aşk. O hâli yaşamayı sevdim. O sizin sözünü ettiğiniz denizde yolumu bulmaya çalıştım. Zaman zaman bulduğuma da inandım. Zaman zaman daha ileriye kulaç atamadığımı da gördüm. O konuda da belki bazı sınırlarım vardı. O sınırlarımla ancak yıllar geçtikten sonra yüzleşmeyi başarabildim. Ama yapamadıklarım, başaramadıklarım bana bir takım gerçekleri buldurdu. Bu gerçekler çok değerliydi, onların üzerine gittim. Yazmak derin bir mağaraya inmektir derim hep. O zaman nelerle karşılaşacağımızı o mağarada bilemezsiniz. O mağarada aşkın harabeleri de vardı Bana bir yerlerden göz kırpıyorlardı.

‘’Henry & June’’ filminde aşkları bittikten sonra Anais Nin, Henry Miller’e şunu söyler. Biz aslında seninle gelecekte yazacağımız kitapları yaşadık... Hayatı bir şiir olarak yaşamaktan kastım biraz da bu. Evet, aşkta zaman zaman yenilgileri, kırıklıkları yaşamak da var. Zaman zaman kırmak da bir kırıklığı yaşamaktır. Hali ile bunların hepsini yaşıyorsunuz. Yaşarken yaşadıklarınız sizi bazen size  öğretiyor. Aynalar çok acımasızdır bazı zaman.

- En ilginç, en beklenmedik rastlantılar; burada, İstanbul sokaklarında gerçekleşiyor, yaşantının yoğun biçimde sürdüğü kalabalığın hiç eksilmediği caddelerinde. İçeren ile içerik arasında sıkı bir bağ en çok bu şehirde  kuruluyor. En çok aşk, en çok ayrılık gözyaşları filan... "İstanbul Bir Masaldı"  dokuz ayrı dilde dünyaya açılan, birçok ödülleri de yanında taşıyan müthiş bir roman. Sonra, bir daha "İstanbul Bir Masaldı" gibi bir roman yazmayacağım dediniz, neden?

- ‘’İstanbul Bir Masaldı’’ aşağı yukarı yedi yıllık uzun bir savaşın sonunda çıktı. 1993 yılında romanı çiziktirmeye başladığımda nereye varacağımı, ne yazabileceğimi henüz bilmiyordum. İstediğim İstanbullu bir Yahudi ailesini ve İstanbul’un bir dönemini anlatmaktı, bunu biliyordum. Kafamda, tanımış olduğum ve hayalimde kurduğum bir takım kahramanlar vardı ve sonra yola çıktım. Aslında yazma sürecinin en heyecanlandırıcı tarafı da bu: Ne yazacağını bilememek... Ben birçok yazar gibi önceden planlamıyorum yazacaklarımı; iyi kötü bir hikaye var ve bunun izini sürüyorum.

1999 yılının Ağustos ayındaydık ve artık bayağı hacimli bir kitap çıkmıştı ortaya. Bir psikiyatrist arkadaşım var ki sürecin bir bölümünü onunla paylaşıyordum. Bir türlü kitap bitmiyor dediğimde farkında mısın, kitap bitti, bitirmek istemiyorsun dedi bana. Kısa bir süre sonra da zaten son noktayı koydum. O yedi yıllık sürecin içine bütün o en iyi cümleyi bulmak, beni en sarsacak ifadeyi bulmak için vermiş olduğum savaşı bir yana bırakacak olursak hayatımı çok sarsan birçok olay da yaşadım. Bir aşk yaşandı bitti, bir evlilik bitti, hayatımın en değer verdiğim iki insanı öldü. Şimdi ölümler ayrılıklar hepsi gitti ve galiba o zaman bu duyguyla bir daha böyle bir roman yazmayacağım dedim. En azından şunu biliyordum. Bu kadar uzun yıllarımı bir romana verebilecek yaşı geride bıraktım ve başka hikayelerin izini sürmek istiyorum. Sadece belirli bir çevrenin içinde de kalmak istemiyorum...  Beni çağıran başka hikayeler de vardı. Galiba bu ifadeyi kullanma sebeplerimden biri de buydu. Çünkü bu kitabın sonlarında kaleme aldığım mektubun ileride yazacağım bir ya da iki romanın haberini verdiğinin farkındaydım. Çünkü daha bitmemişti. Ama İstanbul üzerine konuşacak olursak tabi ki çok şey konuşuruz.

- Gerçek ülkenizin Türkçe olduğunu ve Türkçe’de yaşadığınızı biliyorum. Herkesten çok bir İstanbul aşığı olduğunuzu da... Pierre Loti'den başlayan ve size kadar uzanan yıllara baktığımızda birçok şairin, fikir adamının "şehri başkentinin" İstanbul olduğu vurgulanmıştır. Tıpkı Paris gibi, kısaca İstanbul'da bir yaşam biçimi, hatta bir yaşam biçemidir diyebilir miyiz?

- Kesinlikle diyebiliriz. Bir kere İstanbul’u yaşarken şehrin gerek tarihsel, tarihten aldığı karakterini gerekse bugünün bize çok farklı bir coğrafyayı gösterdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Batıdaki birçok şehirdekinden farklı bir coğrafya bu. İstanbul’un galiba en kayda değer özelliklerinden birini Ahmet Hamdi Tanpınar dile getirdi. Kendimi biraz da o mirasın taşıyıcısı gibi görüyorum. Nedir o? Üstadın terkip dediği... Şehrin hem batıya hem de doğuya bakması ve bu iki değeri bir arada yaşayabilme imkanıdır. Aslında bu özellik sadece Osmanlı’dan ya da Müslüman bir İstanbul’dan kaynaklanmıyor. Bizans bayrağındaki çift başlıklı kartal hem batıya hem doğuya bakar. İstanbul’un kayda değer ilk özelliklerinden biridir bu, bunu unutmamalıyız. Tanpınar geleneğini sürdüren biri olarak konuşabilirim ki şehirlerin duyguları vardır. Size bir ya da iki duygu anlatır, bunu dayatır. İstanbul’un dayattığı duygu hüzündür bence. Bunun çok üretken çok yaratıcı bir duygu olduğuna inanıyorum. Nerden varıyorum buna? Hakikaten mesele uzun ama özetleyecek olursak şunu söyleyebilirim. İstanbullu hüznü ve onla yaşamayı sever. Kanıtı örneğin Türk Musikisi. Bakınız mesela hep hüzünlü şarkılar aklımızda kalmıştır, neşeli şarkılar değil. Yeşilçam sineması ya da popüler müziğimiz mesela. Yeşilçam sinemasını hatırlayın. Yıllar boyunca ne kadar gözyaşı döktürmüşse yıllardır o kadar başarılı olmuştur. Biz bunu tabi ki 70’li yıllardaki sol söylemimizle çok eleştirdik ama gerçek şimdi karşımızda duruyor. Yalnız şu çok önemli. Hüzün... Ben söylemesi ayıp, birkaç yabancı dil biliyorum. Bildiğim bu dillerde karşılayamıyorum hüznü ancak ona yakın bir takım karşılıklar buluyorum. Örneğin melankoli; İtalyanca ‘’malinconia’’ mı diyeceğiz? Değil. Hatta hiç değil. Melankoli insanı hayattan koparabilir ama hüzün bunun tam tersi,   İstanbullu için yaşama sevincidir bir anlamda.  Yoksa bu yoksulluk nasıl taşınır?  

Buralar nazıl geldik?.. Neden çok... İstanbul bir göç şehri. Çok geriye gitmeyelim, son yüz yılı düşünelim İstanbul’un. Osmanlının kaybettiği en büyük savaş bana sorarsanız Balkan savaşıdır. Balkan savaşı müthiş bir nüfus hareketine sebep olmuştur. Bugün İstanbul’da üç kuşak yaşayan ailelere bakarsanız yüzde doksanında bir göç hikayesi bulursunuz. Göç matemdir, çocukluk topraklarını yitirmişsin nasıl matem olmasın?.. Kopmak zorunda kalmışsın. Bunla bitmedi, İstanbul bir de göç verdi; azınlıklarını kaybetti. Peki ne oldu? Bu insanlar bir iz bıraktılar. Bu da bir matem çünkü geride kalanlar onları hatırlıyor,  boşluklarını dolduramıyor. Bu da bitmedi. 50’li yıllardan Anadolu’dan bir göç başladı. Kim toprağını bırakıp gelmek ister ki? Hoşumuza gitsin ya da gitmesin bir kuşak sonra patlama kendini gösterdi: Arabesk müzik... Şimdi hali ile İstanbul bu bence, ben bu yönünü çok seviyorum. Burada gördüğüm hüzün duygusunu yazım için müthiş bir malzeme olarak görüyorum. Ben hangi şehre İstanbul’u çok yakın görüyorum biliyor musunuz? Venedik’i. Çünkü her ikisi de su şehirleri. Dün akşam bir İtalyan gazeteci ile söyleşi yapıyordum. Çok haklı olarak şunu söyledi. 3000 yıllık bir şehirden bahsediyorsunuz ama doğru düzgün kalmış bir yapı yok dedi. Tamam saraylarımız var ama evden söz ediyoruz. Evet yok, doğru. Bulabileceğiniz en eski ev olsun olsun 150 yıllık olsun. Venedik’te 14.yy.dan bir ev görebiliyoruz neden? İstanbul başka felaketlerden de çok çekti. Yangınlar, depremler; sokaklar değil mahalleler gitti. Dedem anlatırdı. İstanbul’un bir karakteri daha çıkıyor ortaya. Gelip geçicilik. Biraz da bunun üzerine kuruyoruz hayatı. Biz geleceğe ne bırakacağız?

- İmge zihnin katkısız bir yaratısıdır. O, bir karşılaştırmadan değil, birbirinden az çok uzak olan iki gerçeğin yaklaştırılmasından doğuyor. Yaklaştırılan iki gerçek arasındaki ilişkiler ne kadar uzak ve doğru olursa, imge de o kadar güçlü oluyor. Tıpkı  "Lunapark Kapandı" gibi.  Bir çocuk şarkısı bu,  "kendilerini bir odaya tutsak edenlerin hikayesi". Çocuk görünüşlerinin yıkılışı ve hüzne doğru yol alış, Mario Levi'de insancıl bir anlam kazanmıştır: daha derindeki insan gerçeğine doğru bir gidiş midir bu?

- Aslında daha derindeki bir insan gerçeğine bir gidiş, bu kesin. Başlangıçtaki hikaye çok sıradandı. Ben aslında sıradan bir hikayeden derinliğe varmak istedim bu romanı yazarken. Kırkların ortalarında evli bir adam bütün düzenini oturtmuşken otuzlu yaşlarda genç, özgür bir kadına aşık olur... Sonra yaşananlar hikayenin ayrıntılarıdır, asıl renkleri ve duygularıdır. Şimdi bunun gibi İstanbul’da şu anda binlerce hikaye yaşanıyordur. Ama önemli olan böyle bir olasılıktan yola çıkarak nereye varmak isteyeceğimiz. Tıpkı ‘’İstanbul Bir Masaldı’’da olduğu gibi nereye varacağımı bilmeden, kahramanlarımın ne yapacağını bilmeden. Hele bir birlikte yürüyelim dedim. Siz de ifade ettiniz; ‘’Lunapark Kapandı’’ demek çocukluk saflığının yitirilmesi demek. Bir an gelir büyüdüğünüz duygusuna kapılırsınız. Bu bir yanılsama olabilir, kapılırsınız ama. Belki de bu acı sonrası bu gerçeğe varırız. İçinde bulunduğumuz duruma dayanmak içindir belki de bilmiyorum. Ama o anda kendimizi geriye dönemeyecekmiş gibi hissederiz, yeni bir yola çıkmışızdır.  Lunapark bu hikayede anlatıcının küçük kızı için kapanmıyor, bu hikayedeki herkes için kapanıyor. Bunu seçmemin sebebi biraz da şu. Lunaparklar o anda içinde bulunduğunuz duruma göre yaşanır aslında. Dedemle, anneannemle çok severdim ben küçükken lunaparka gitmeyi. ama aynı duyguyu kızlarımı götürdüğümde yaşamadım. Onların mutlu olmasına elbette mutlu oldum, ayrı. O ışıltıların arasında biraz da hüzün gördüm, biraz da böyle anlatmalıyım.

O sözünü ettiğiniz imge – gerçek ilişkisi aslında burada kendini hissettiriyordu. Benim çok sevdiğim kitaplarımdan biridir bu. Bazı hayallerimi kısmen de olsa gerçekleştirdim okur ile ilişki bağlamında. Neden diye soracak olursanız aradan uzun bir zaman sonra yanıma yaklaşıp bu hikayeyi okurken çok gözyaşı döktüğünü söyleyenlerle karşılaştım. Bir edebiyat ödülü kadar değerliydi.  Çünkü bir insanın dünyasına giriyorsunuz ve kendinizi orada var ediyorsunuz. Bundan daha güzel ne olabilir? Yazma sürecini daha ne anlamlandırsın ki? Buna bu kitap ile birkaç kez şahit oldum. Bu yüzden kitaba sevgim daha da artmıştır.

- Derinindeki yasaya bağlı olan Levi, doğada bulutların verdiği bütün yağmurlardan neden yanadır? Neden bir yaz yağmuruydu?

-  Ben daha önce Remzi Kitabevi ile çalışıyordum sonra Doğan Kitap ile devam ettik. ‘’Lunapark Kapandı’’ buradan yayınlandı. Yayınevi değiştirmemle ile birlikte aklıma bir fikir geldi. Farklı dergilerde yayınlanmış yazılarım vardı ve onların bazılarını seçsem, yan yana getirsem acaba nasıl olabilirdi? İyi - kötü kitaplarımız yayınlanıyor bir şekilde. Bir gün elbet öleceğiz ve orada burada kalan yazılar bir şekilde bir araya getirilecek. Bari bunu ben yapayım dedim, en azından yaşarken göreyim böyle bir şeyi :) 2005 yılındaydık. 1984 yılından yani ilk yazımın yayınlandığı tarihten itibaren 2004 yılına kadar olan yazılarımdan yani 20 yıllık serüvenden bir seçki yaptım. Aslında mesajım şudur: Boşuna uğraşmayın, öteki yazılar bir işe yaramaz :)

Fakat bunu yaparken sadece yazıları da yan yana getirmek istemedim. Tamam bu güzel bir şeydi en azından hepsi bir arada olacaktı ama hazır böyle de bir fırsat yakalamışken şunu yapayım dedim. Her bir yazımı alayım ve onlarla ilgili arka planı da okura anlatayım. Yani hangi psikoloji ile neden yazdığım gibi. Aynı zamanda yazıyı değerlendirdim de böyle yaparken yani biraz Mario Mario’ya karşı durumu. Hepsi bitti, kitap oluştu ama adı yok. Böyle seçmeler gibi bir başlık atamazdım, başka bir şey bulmak lazımdı. Birdenbire çift anlamlı da geldiği için ‘’Bir Yaz Yağmuru’’ demek geldi içimden. Bir yazı yağmuruydu bu birincisi, ikincisi 20 yıl çok çabuk geçti, bir yaz yağmuru gibi.

- Kafka’nın dünyası sizinkinden ayrı bir dünya değildi. İçinde yaşadığı dünya ile kurduğu dünya, tek bir dünyaydı. Evrenin çatlaklarından bize bir ışık, belki de bir çıkış yolu gösteren yıkılmaz bir umudun dünyasıydı size benzeyen.  Size benzeyen diyorum çünkü, “Karanlık Çökerken Neredeydiniz”

- Kafka’nın dünyasının benim dünyama benzetilmesi öncelikle bana şeref verir. Ben de kendimi onun metine çok yakın hissetmişimdir. Bir okur olarak çok eğitmiştir beni Kafka, büyütmüştür. Farkında mısınız bu başlıkta soru işareti yok. Bu bir soru değil bu bir sitem. Peki neyi anlatıyor? Görünürde 12 Eylül sonrası karanlığını anlatıyor ve bu sitem soru gibi görünen bir sitem, bana sorarsanız o günleri yaşamış herkese yönelik, ben dahil. Ben sitemi kendime de yöneltiyorum. Biz ne yaptık o yıllarda? Hepimiz farklı serüvenlerden geçtik. Hiç kimsenin ne yaptığını anlatmak veya doğrulatmak, onaylatmak gibi bir zorunluluğu yok. Hiç kimsenin bir eleştiriye maruz olmaya da eleştirmeye de hakkı yok. Biz sadece görelim ne yaptık, biraz daha yakından tanıyalım istedim birbirimizi. Bu yüzden de tam da böyle bir sorgulama olasılığının doğabileceği bir dönemde yetmişli yıllarda çok yakın arkadaş olan altı kişiyi bir araya getirmek istedim. Amacım altı bireysel hikayeyi anlatırken Türkiye’nin de son otuz yılını anlatmaktı. Kendi bakış açımdan. Kendi Türkiye’mi sorgulamaktı, anlamaya çalışmaktı. Ama şu çok açıktı. Ben hikayemi sadece bir toplumsal teze dayandıramazdım ve bireysellikler olmalıydı mutlaka. Buradan da şuraya varıyoruz.

Benim çok inandığım bir görüş vardır o da ne biliyor musunuz? Gerçek tarihleri yazarlar asıl tarihleri romancılar yazar. Şimdi 12 Eylül sonrasında elde  kalan bugün henüz devlet sırrı olduğu için açıklanmayan bir sürü belge vardır bize ulaşmamış. İlerleyen yıllarda bu belgeler birilerinin hizmetine sunulduğunda tarihçiler bugünden çok daha detaylı, ayakları yere basan şeyler yazacaktır kuşkusuz, bugün de yazılıyor zaten ama tarihçilerin yazamayacağı bir şey var: İnsanlar, duygular, iç dünyalar. Bu olaylar yaşanırken kimler, neler hissetti. İşte bu nedenle devrim öncesi Rusya’sının Tolstoy’un, Dostoyevski’nin romanlarında Çehov’un oyunlarında görebiliyoruz. Neden görebiliyoruz çünkü orada insanlar var. Bir takım duygularla içinde bulundukları coğrafyada yaşamışlar. Ben hala ülkemdeki bu karanlık dönemin yeteri kadar anlatılmadığı düşüncesindeyim ve herkes bir şekilde bu hikayeleri anlatmalı diyorum. İnsanları iç dünyaları ile anlatmak çok önemli ama. Bu nedenle psikolojik, ruhsal derinlikler benim için çok önemlidir. Bizlerin o yıllardaki tanıklıkların da boşa gitmemesi gerekiyor. Tamamen siyasi altyapısının olması da gerekmiyor ama şu önemli. Evinizde bir yasak yayın bulundururken ki bugün her yerde satılıyor onlar. Bir polis gelebilir, bir inceleme yapabilir kaygısının yaşandığı o günlerde bir gece vakti sevgilinizi beklerken neler hissediyorsunuz mesela. Sevgiliniz diyelim size geleceğini söyledi bekliyorsunuz heyecan ile ama aynı zamanda kapıyı çalan acaba polis mi kaygısı da var, takip edildiğinizi biliyorsunuz. Zil çaldı o an ne hissediyorsunuz? Hayat? Ölüm? Bu duyguları işte anlatmak çok önemli. İyi tarihçiler bu düşüncemi kabul eder ama anlatamaz diye düşünüyorum.

- Başka bir dost, başka bir İstanbul aşığının yanından geliyorum. Fotoğraf sanatı edebiyattan ayrı dursa  Bu da, sevgili Ara Güler'in kadrajına giren her kare bir şiirdir. Elimde sevdiği karelerden bir İstanbul var, sizin yanınıza geleceğimi de bilerek hani belki küçük bir öykü, küçük bir şiir, küçük bir hikaye... Roman'ın büyük şairi Mario Levi'den...

- Bu kıyı hangi kıyı anlamakta zorlanıyoruz biraz. Ama İstanbul’un en güzel saatlerinden birinde olduğumuz kesin. Bu ya bir akşam vakti ya da sabahın ilk saatleri. Eğer bir yaz mevsiminde isek gün hafiften ağarmaya başlamıştır. İstanbul’un o saatleri insanın içine dokunur eğer şehri yaşamayı biliyorsanız. Sesleri vardır şehrin çünkü ve en güzel seslerinden biri uzaktan gelen vapur düdüğüdür. Buraya kadarı iyi ama bu ters dönmüş iki iskemleyi nasıl açıklayacağız? Ben bu vapurun geçmesinden belki yarım saat kadar önce iki insanın burada bir ayrılık kararı vermiş olduklarını düşünüyorum. Belki de onlardan biri bu vapurun içindedir. Ama bu iskemleleri de bizim için boşuna böyle bırakmadılar. Birileri bir yerlerde birkaç hikaye bırakır. Onların izini sürmek biz yazarlara kalır. Ama şuna da inanmak mümkün. Belki de bunları burada bırakalım, günün birinde tekrar koşullarımız değişirse, bir araya gelme umudu ile deyip bizim farklı şeyler düşünmemiz için, muzipçe de bırakmış olabilirler. Varsınlar başka şeyler düşünsünler diye :)

 

 

Jacques Brel - Ne Me Quitte

 

TEMMUZ 2010

 

Zeki Çelik Söyleşileri