Zeki Çelik

zkcelik@gmail.com

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Neşe Yaşın

 

12 Şubat 1959'da Lefkoşa'da doğdu.

Türk Maarif Koleji'nden sonra ODTÜ Sosyoloji Bölümü'nü bitirdi. Lefkoşa'nın Rum kesiminde yaşıyor ve Kıbrıs Üniversitesi Türkoloji Bölümü'nde ders veriyor.

Kıbrıs'taki savaşı çocuksu, kadınsı duyarlıklarla ele aldığı ilk şiirlerini, Türkiye'deki edebiyat dergilerinde 1978'de yayımladı. Pek çok şiirinin Yunancaya çevrilmesiyle Kıbrıs'ın iki tarafında da bilinen bir şair oldu. Kuzey Kıbrıs'ta "Yılın Sanatçısı Ödülü"nü (1993), Güney'de ise "Özel Kültür Ödülü" (1978) ve "Anthias-Pierides Ödülü"nü (1998) aldı. Bir çok gazetelerde köşe yazarlığı  yapan Neşe Yaşın halen BirGün gazetesinde köşe yazarlığını sürdürmektedir.

Eserleri:

Sümbül ile Nergis-şiir- (1979, Cem Yayınları, İstanbul)
Savaşların Gözyaşları-şiir- (1980, Yeni Türkü Yayınları, İstanbul)
Kapılar-şiir- (1992, Cem Yayınları, İstanbul)
Ay Aşktan Yapılmıştır-şiir- (2001,Gendaş,İstanbul)
Üzgün Kızların Gizli Tarihi-roman-(2002, İletişim yayınları,İstanbul)
Bellek Odaları- şiir-(2005, Dünya Yayınları,İstanbul)
Şiir Seçkisi-şiir-(2008,Amargi Yayınları,İstanbul)

 

 

 

- Edebiyatımızda, modern bir bilinç anlayışının ve büyük kent dünyasının önemli şairlerindensin. Babanız şair ve yazar Özker Yaşın, kardeşiniz Mehmet Yaşın da öyle. Bir çekirdek aile içinde yazarlık, şair olmak rastladığımız bir durum değildir. Yazma edimi’nin en az yaşam kadar önemli olduğunu, dış dünyaya yükselttiğiniz bu çığlıklar ortak yargılarınız mıdır?  Neşe Yaşın, yazarken kime itiraz ediyor?

- Babamdan ötürü ben kendimi biraz da şiirin içine doğmuş sayıyorum. Bir ödül töreninde yaptığım konuşmada “babadandoğma” bir şair olduğumu söylemiştim. Şair olmak bir proje olmadı benim için. Daha çok bir yazgı gibiydi. Şiir hayatımın içinde doğal olarak var olan organik bir durumdu. Henüz okuma yazma bile bilmeden sözcüklerle oyunlar yapıp “şiirler” yaratıyordum. Çocukluğumun daha sonraki yıllarında ise Kıbrıs’ta yaşanan çatışmalı ortamın da etkisiyle şiir milliyetçiliğin hizmetini girdi. Babam “Milli Şair” ünvanını aldı ve şiirini bu yolla tüketti. Benim edebiyat dergilerinde çıkan, kitaplaşan ilk şiirlerim babamın şiirlerine, milliyetçi şiire bir itirazdır.

- Avrupa, Asya, Kuzey ve Güney Amerika, Afrika ve Avustralya’nın çeşitli ülkelerinde edebiyat festivallerine katıldın, birçok dünya şairleriyle birlikte şiirler okudunuz. Büyük sanat yapıtların ölçütü herkes tarafından anlaşılması ve beğenilmesi esastır. Şiir içinde geçerli bir durumdur bu. Her kültür şiiriyle hesaplaşmak zorunda mıdır?  Ulusal değerlerin yabancı değerlere karşı kendini yok etme hakkı var mıdır?

-“Ulusal değer” sözcüğü beni epey geren bir sözcük. Uluslar,  daha çok da monoetnik tasavvurlar çünkü. Her ne kadar yurttaşlık temelinde bir ulusçuluk anlayışından söz edilse de ulus devlet egemen etnik grubun başatlığı ve diğer etnik gruplara yönelik baskı ve asimilasyon politikalarıyla işlemiş çoğu zaman. Ben aidiyetimi daha çok da bellek evim olan coğrafya ile kurmak istiyorum. Orası ise Kıbrıs, Kıbrıs’ın iki yarısı... Anadilim Türkçe ama bu da  merkez Türkçesinden farklı bir Türkçe aslında... Ben şairin bütün zorunlu aidiyetlerden de özgürleşmesinin iyi olacağına inananlardanım. İçine doğduğum toplum ve kültür kimliğimin önemli bir parçası kuşkusuz. Bunu yansıtmanın bir misyon olması hoşuma gitmiyor ama... Kendi doğallığı içinde geliyorsa gelecektir.

- Hep hayalindir bir “Barış Bakanlığı” kurmak. 1999 yılından beri hem Türkiye’de hem Kıbrıs’ta  bir çok siyasi partilere müracaatların oldu,  seçimlerde aday gösterildin. Bir türlü gerçekleşemedi bu, oysa hepimizin özlem duyduğu bir hareketin başlangıcı olacaktı belki de. Birbiriyle iç içe o kadar çok bakanlık varken bu projeniz neden hayata bir türlü geçirelemiyor? Neşe Yaşın, neleri barıştıracaktı, hangi dengeler üzerinde yürüyecekti?

- Politika ile ilişkim ise pek çoklarınca anlaşılmıyor. Politik bir kişilik olarak bilinirim ama bugüne kadar hiçbir partiye üye olmadım, parti kurulunda yer almadım ve  toplantıya katılmadım. Kıbrıs’ın iki tarafında ve Türkiye’de olmak üzere üç partiden milletvelili adayı oldum; bu doğru. Bütün bu deneyimleri keyifli anlarından çok olağanüstü sıkıcı yanlarıyla da hatırlıyorum ve daha çok da bir şairin yerine getirdiği görevler gibi görüyorum.

Politikayı çok önemsiyorum ama  onun bana kurallarını, çerçevelerini dayatmasına katlanamıyorum. Bulunduğum yerden, düşüncelerin sınırları aşmasına izin vererek müdahale etmek istiyorum. Kimseye bir bağım ya da borcum olmadan, hiçbir grup baskısı hissetmeden yapmak istiyorum bunu.

Bir gazeteci sormuştu bana bu soruyu. “Ne bakanı olmak istersin?” diye sormuştu. “Barış Bakanı” demiştim ben de. Çok gerekli bir bakanlık olduğunu düşünüyorum. Özellikle bizimkiler gibi çatışmalı ülkelerde...

- Herkes birilerine kızgın. Bazılarının kahraman dediği ‘hain’lere mi sahibiz?

- Hayatın içindeki sayısız bölünmeler ve düşmanlıklar, farklı düşünenler arasındaki nefret dili beni çok rahatsız ediyor. Birilerinin haini bir diğerlerinin kahramanı sonuçta. Bütün bu markalamaların bir bölümü etkiliyor bizi. Kimi insanlar bize canavarlar, kimileri ise tapınılası kahramanlar olarak sunuluyorlar. Gerçek nedir bilemiyoruz çoğu zaman. Yalan bilgilerle donatılıyoruz. “Gerçek hakkı” bir insan hakkı olmalı. Gerçeğin bozulması, yalanlar engellenebilmeli.

- Savaştan yeni çıkmış, inanılmaz acılar yaşamış ülkenin öteki yarısından bir hediye aldın. Kıbrıs’ın güneyinden  geliyordu bu hediye. Ankara’da Üniversite öğrencisiyken şair Elli Peonidu’dan gelen bir parfümdü bu. O an neler hissettin, neler yaşandı sonra Neşe Yaşın’ın hayatında? 

- Çok etkilemişti beni. ODTÜ yurdundaki  dolabımda büyülü bir nesne gibi durmuştu uzun süre...Savaştan sonra, Rum kadınlara ait nesneler girmişti hayatımıza. Ganimet deniyordu bunlara… Türk ordusunun gelişiyle yanlarına hiçbir şey almadan canlarını kurtaran insanlara aitti bu nesneler ve dokunanı kirletiyorlardı. Bu nesnelerle kurduğumuz ilişki kadınlar ve çocuklar olarak savaşın suçuna dahil edilişimizdi. Şu veya bu biçimde hepimizin hayatına Rumlar tarafından adanın kuzeyinde bırakılan eşyalar girmişti.

1964 Kanlı Noel’inde köyümüz Peristerona’yı terk ettiğimiz zaman başlamıştı benim için nesneler ve Rumlar ilişkisi. Durum bir miktar düzelince babam ve dedem bir kamyonet ile gidip bazı eşyalarımızı getirmişlerdi. Köydeki evimize hiç geri dönmemiştik ama hafta sonları portakal bahçelerine giderdik. Kapısız, penceresiz bir hayalet ev bize bakardı karşıdan. Arada köye girdiğimizde açık duran bir kapıdan görünen bir eşyayı işaret edip “Bakın, bu bizim büfemiz” derdi annem. Otuz iki yıl sonra bir komşu beni arayıp kırılmasın diye evimizden alıp sakladığını söylediği bir pasta tabağı takımı ve vazoyu geri vermişti bana. Tıpkı bazı Kıbrıslı Türk’lerin 2003’te kapılar açılınca saklamış oldukları bazı eşyaları Kıbrıslı Rumlara vermeleri gibi.

- 2000 yılında, 107 Avrupalı yazarla birlikte beş haftada 14 Avrupa şehrini ziyaret ettiniz. Edebiyat Ekspresi’ydi bu.  Neler gözlemlediniz oralarda, neleri topladı Neşe Yaşın bu şehirlerden?

- 107 Avrupalı yazarla olmak önemli bir deneyimdi. Bir yandan zenginleştirici, öte yandan yorucu... Yolculukların şairler, yazarlar için sonsuz önemde olduğunu düşünüyorum. Benim bu uzun yolculuktan topladığım sayısız imge var.

- İç sesini yazıya dökmek gibi bir derdin var biliyorum.  Sanatsal etkinliğin doğasına ilişkin sorunları yazarak ele alıyorsun. Şiir de yazmak istemediklerinin bir kaçışı mıdır, roman yazarken kendinle bir iç hesaplaşma mı yaşıyorsun? Üzgün kızların hep bir gizli tarihi mi vardır?

- Birşeyi başka hiçbir yollla anlatamayacaksam şiir yazıyorum. Şiir yazmak çok zor. Düzyazı ise daha kolay ve keyifli. Üzgün Kızların Gizli Tarihi’ni yazarken çok keyif aldım örneğin.

- Gazete, köşe yazılarında anıların çok daha ağırlıklı. Yazarın hayal gücüyle oluşturduğu eserler, gerçeği olduğu gibi anlatılardan daha mı inandırıcıdır? İnsanlar daha çok şiire mi inanıyor, yoksa anılara mı?

- Anıların ne ölçüüde gerçek olduğundan bile kuşkuluyorum. Hatırlama zorunlu bir durumdur çünkü. Ben belleğimde kaydolan biçimleriyle paylaşıyorum yaşadıklarımı. İçtenlik önemli benim için. Kurgu ise bazen gerçeğe daha çok yaklaşabiliyor. Rüyalarda olduğu gibi gizli kalanı ortaya çıkarabiliyor.

- Şiir kitapları çok satılan, çok okunan bir edebiyat türü değil maalesef. Ama herkes şiir yazıyor bu ülkede. Kitap çıkartma alışkanlığıda başladı artık. Bu bir tehlike midir edebiyatımızda, değilse şiir kitapları okunmazken böyle bir çılgınlığa neden gerek duyar insan?

- Şairlik, yazarlık bir statü çünkü. İnsanlar görünür olmak, geleceğe kalmak istiyorlar çünkü ne zaman ve nasıl geleceği belli olmayan “ölüm” diye dehşet bir durum var.

- Yunan edebiyatı ile yakın bir ilişkin var,  dünya edebiyatının kalbini çok iyi bilenlerdensin. Yorgos Seferis, Ritsos, Nazım Hikmet, Ezra Pound, Pablo Neruda, Charles Bukowski, Elizabeth Bishop gibi uluslararası üne kavuşmuş şairlerin yanına, dünya edebiyatına katılacak yeni dönem şairlerin de olabileceğini düşünüyor musun? Değilse, neden?

- Büyük toplumsal dönüşümlerde çıkıyor galiba büyük şairler. Şimdilerde herşey hızlı tüketime yönelik daha çok da... Şairin görüntüsü, hikayesi şiir kadar önemli olmaya başladı.

- Dünya edebiyatına baktığımızda, genel bir bakış açısında değerlendirdiğimizde,  yeni görüşler, yeni bakış açıları üretemediği, kendi kendini çok tekrar ettiği için mi şiir bir duraklama dönemi mi yaşıyor?

- Şiirin duraklama yaşadığını düşünmüyorum. Roman yükselişte sadece. Şiir daha görünmez ve daha bir azınlığa seslenir durumda. Şiir kitaplarının satışı ve şiirin yaygınlaşması arasında doğrudan bir ilişki yok. Şiir kitap içinde olmadan da yaygınlaşma kapasitesine sahip çünkü...

 

 

TEMMUZ 2012

 

Daha Fazlası İçin

 

Zeki Çelik Söyleşileri