Zeki Çelik

zkcelik@gmail.com

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Nevzat Çelik

 

1960'da Sinop Boyabat''ta doğan Nevzat Çelik, 1965'de ailesiyle birlikte İstanbul'a gelir. 1980 Mart'ında Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Uygulamalı Endüstri Sanatları Yüksek Okulu Grafik bölümü birinci sınıfta okurken tutuklanır. Dev-Sol davasından idam istemiyle yargılanır. 1984'de Şafak Türküsü adlı şiir dosyası  Akademi Kitabevi Şiir Ödülü birincilik ödülünü alarak kitaplaşır. 1987'de Müebbet Türküsü adlı şiir kitabı Poetry International ve Hasan Hüseyin Şiir Ödülünü alırken 1987 Aralık ayında tahliye olur. Eserleri; Şafak Türküsü 1984, Müebbet Türküsü 1987, Suda Seken Hayat 1990, Yağmur Yağmasaydı 1990, Sevgili yoldaş Kurbağalar 1998, Bağışlanmış Hüzün 2005.

Nevzat Çelik bir lirik şair değildir. Onun gerçekçiliği, tarihsel zaman ölçüsünde bir epik gerçekliktir. Estetik bilinci, yaratıcı gücü düzeyindedir onun; bu ise her şairde oldukça seyrek bulunan bir dengedir. Şair gözlerini doğmakta olan güneşe dikmeden bize ilk şiirlerini yazmaya başladı, ölçekli bir desen ya da söylev tarzında, yani temsil ettiği ya da açıkladığı şeyin etkinliğinden ötürü güzel değildi şiirleri. Gerçek bir varlık gibi, anne gibi, deniz gibi, güneş gibi, su gibi, duru gibi etkiledi bizleri. Bu ikiye parçalanmış insan çağımızın insanıydı sadece. En idam, en dev, en sol, en dikkati çeken tanıklarından birisidir kendisi... 


 

- Biz, anne tinin en tam ve en arı imgesini tanımayı "Şafak Türküsü" yapıtının o göz kamaştırıcı bütününden öğrendik. Sanat için sanat öğretisini kapı dışarı etmesini siz sağladınız. Metris Cezaevinde idamla yargılanırken bu yüzden şiirleriniz özgürdü, bu yüzden alışmıştık belki de anne şiirinize. Sonra başka arayışlar başka denemeleriniz de oldu, ama anne şiirleri yazmaz oldunuz... Neden?

- ‘’Şafak Türküsü’’nde başka şiirlerde vardır anne konulu. ‘’Şafak Türküsü’’ bestelendikten ve kaset olarak yayınlandıktan sonra besteleyen Ahmet Kaya’nın kendisi de dahil olmak üzere o kadar çok kişi ‘’anne’’ ile ilgili şeyler yazdı ki. Yeniden ‘’anne’’ demek belki de fazla kaçacaktı en azından benim açımdan. Bir de o  dönemsel bir şeydir. Kendi açımdan tekrara düşmekten çok korkan birisiyim.  Sadece tematik değil şiirin anlayışı, konsept olarak da bundan kaçınıyorum. O yüzden de zaten az şiir kitabım var. ‘’Sevgili Yoldaş Kurbağalar’’ 1998 yılında sekiz yıl aradan sonra çıkmıştı. Şimdi on ikinci yıla girdik ve benim yeni bir şiir kitabım hâlâ yok. Çünkü bu kitabı aşacak yeni bir konseptim yok. Sadece ‘’anne’’ ile ilgili şiirim değil şiir kitabım yok yıllardır.

- Yıl 1987 üç yıl aradan sonra "Müebbet Türküsü" kitabınız, birlikte büyüyeceğiniz ikinci bir çocuğunuz cezaevinde doğuyor. Anlatım biçim özelliklerinden, şiir tekniği açısından ilk kitabınızla bir bütün gibi, sadece cezaevi koşullarını göz önünde tutarsak daha çok aşk ve cinsellik temaların işlenmesi, size dışarıdan yöneltilen "cezaevi şairleri" eleştirilerine karşı bir tavır, bir cevap niteliği taşıyor diyebilirmiyiz bu kitabınız için?

- Diyemeyiz. Birincisi ‘’Şafak Türküsü’’nde de dikkat edilirse ben ‘’Zindanda Gecenin  Önyüzü‘’ isimli bir şiir yazdım. Anımsatabilirim de;

geceler ayaz olur
geceler yalçın olur
berbat olur hayın
kadın olur be kadın olur
katar katar geçerler de
dişi dişi sekerler de
biri ilişivermez yanına
vay be...

Yani ‘’Şafak Türküsü’’nde bile yani o cezaevi günlerinde bile cinselliği hiçbir zaman dışarıda bırakmadım. Çünkü o en yasaklı şeyimizin başında geliyordu. ‘’Müebbet Türküsü’’nde yine ‘’Şafak Türküsü’’nü takip eden şiirler vardı ağırlıklı ama biçim olarak denemeler de vardır bazılarının yazımında ve yeni bir ses yakalamaya çalışmışımdır orada. Ama dediğiniz gibi üç dört tanesi o cinsellikten yoksun bırakılmışlığımıza itiraz eden yalnızca siteme, dışarıya değil içerdeki anlayışa dairdir. Sol; kendini sanki cinsellikten uzak tutan bir anlayışı savunuyormuş gibiydi en azından temsilci düzeyinde öyle bir durumun olduğunu biliyorduk. Haklarımızın içerisinde hiçbir zaman eşimizle, sevgilimizle hiçbir zaman görüşme talep etmedik. Mesela bunu talep etmek tam da devrimci bir şeydi çünkü o da yasaktı bizde. Bu yüzden ben hiç dışarda bırakmadım, insana dair ne varsa şiirime almayı hesapladım. Ve o tür hem dış baskı hem de otosansür anlamında hiçbir şey yapmamaya, uygulamamaya çalıştım.

Böyle bir kavram üretildi evet ''Cezaevi Şairleri'' diye ama böyle bir şey yoktu. Şiirin yazıldığı yer ile şiir tanımlanamaz diye düşünüyorum. Sonuçta insana dair şeyleri yazıyoruz. Bu biraz ‘’Şafak Türküsü’’ ile ‘’Müebbet Türküsü’’nün çok öne çıkmasından kaynaklandı adıma. Çok satan kitap listelerini anımsıyorum, ikisi yan yana duruyordu ve aylarca gitti bu. Ama bazı kesimlerde öfkeyi de beraberinde getirdi. Bir anda çok okunan bir şair haline gelmem nedense bir öfke yarattı ve şahsi bir mesele haline de dönüştü kişilerde. Benimle hala konuşmayan, adım geçtiğinde küfürler eden insanlar var düşünün. Karşı karşıya bile gelmediğim bir sürü insan çoğu.

Emirhan Oğuz geldi arkadan ve onun şiirleri de etki yarattı. Derken bazı yayınevleri sanki her cezaevinde yatan şairin şiirlerini basmaya kalkması da belki bunu tetikledi ama bu gereksiz bir öfkeydi. Hâlâ cezaevinde insanlar var, hala şiirler yazıyorlar ama hiç kimse cezaevi edebiyatı diye bir şeyden söz etmiyor.

- 1987 Aralık ayında tahliye oldunuz, yine üç yıl bekleme sürecinden sonra 1990 yılında "Suda Seken Hayat" kitabınızla buluştuk, bu sefer şiirleriniz cezaevinde bıraktığınız dostlarınıza, duvarın içinde bıraktığınız yüreğinize gidiyor. "Doğru-yanlış bıkmadan usanmadan uçan bindokuzyüzaltmış doğumlulara"... Siz içerdeyken şiirleriniz dışardaydı, şimdi siz dışardasınız şiirleriniz içeride. Yazmak, haberleşme ihtiyacının en üstün şeklidir diyebilir miyiz?

- ‘’’Suda Seken Hayat’’ ile ‘’Yağmur Yağmasaydı’’ yan yana çıktı. Başka söyleşilerde de demiş olabilirim ‘’Suda Seken Hayat’’ isimli kitabımı bir ayağı içeride bir ayağı dışarıda diye tanımlıyorum. ‘’Yağmur Yağmasaydı’’ biraz daha dışarıya çıkmıştı. Ben beden olarak da ruh olarak artık tamamen dışardaydım artık. Yazmak kesinlikle haberleşme ihtiyacının en üstün şeklidir evet. Okumadığımız hiçbir şey yoktu. O kadar çok şey okuduk ki öyle bir kuşaktık. Mesela dışarıdayken şiir yazanlar vardı ama şiir yazma fikri bende içeride oluştu. Dışarıda şiir yazan insanlar vardı ama ben hiç özenmemiştim mesela. Derken ciddiye aldım evet; başta mektuplarım çok etkileyici bulunuyordu hatta sen şair mi olacaksin diyorlardı bana. On dokuz - yirmi yaşlarıma denk düşüyor o yıllar. Şiir birçok şeyin aracı, hayatın ta kendisi oluyordu benim için o yıllarda. 

- "Yağmur Yağmasaydı" diğer üç kitabınızdan biraz ayrı tuttuğum bir yapıtınız . Şiirin, trajedinin psikolijisinden çıkan, düşünce-sanat anlayışındaki derinliğe inen, imgelem bir üslupla hayatı irdeleyen, kendiyle yüzleşen, İstanbul'dan Tahran'a kadar dönüşü olmayan bir yolculukta düşsel güzelliklerle süslenen bir kitap. Şiire ve içindeki bütün metinlere çözümleyici ve yorumlayıcı bir yöntemle yaklaşırsak, şiiri oluşturan, anlatımını ve içeriğini düzenleyen öğeler arasındaki ilişkiler nasıl kuruldu? Daha önce yaşamış şiirsel kültür kodlarınıza inersek bu kitabı nasıl yorumlayabilir bize Nevzat Çelik?


- Denemelerden kaçmayan biriyim, kaçmayı hiç düşünmedim. Anlatmak istediğim bir hikaye vardı ve bunu nasıl anlatabilirim diye düşündüğüm zaman başladı, Biçim zaten öyle oluşuyor; kalıp, form hikayeyi anlatmak istediğinle o zaman oluşuyor bu da biraz şiire bilinçaltı tekniği katarak olabileceğini düşündüğüm bir şeydi.

Dışarıya çıkan bir kişi içeriye girmeden önceki sevgilisini arar ve bu bazen Nikaragualı olur, Tahranlı olur, Türk olur, Kürt olur. Ve ‘’Nerdesin’’ diye sorar ve birkaç sayfa boş görürüz. Ben orada okuru o arayışın içerisine sokmayı düşündüm. Aslında ben bunu beş sayfa boş bırakmayı da düşündüm, arattırmak isterdim okuru ama demek ki yeterince radikal değilmişim, cesaret edemedim ki bir sayfa boş bırakabildim. Hatta kitap çıktığında sorularla birlikte eleştiriler de geliyordu. Neden sayfalarda tek dize var, neden boş bir sayfa var gibi. Ben de derhal özeleştiri veriyorum diyerek bu söylediklerimi anlatırdım. O tek bir şiirdir ama böyle bir format ihtiyacı ile aslında kendinden doğmuştur özetinde.

- Şiirsel bilinç alanımızı zenginleştiren, genişleten, geliştiren, geniş duygu ve anlatıların birleştiği aforizmalarınızla karşılaştığımız. bir kitap "Sevgili Yoldaş Kurbağalar" Acı aynı da kadrajı biraz farklı bu dizelerin, anlığın bozguna uğraması gibi. "her balık her yeme gelmez" ya da "kaldırılan sandalye bir daha aynı yere oturmuyor..." Evet, aşk olalım devrim olalım ama neden ‘’Sevgili Yoldaş Kurbağalar?

- ‘’Suda Seken Hayatlar’’ ile ‘’Yağmur Yağmasaydı’’nın ardından bir sekiz yıllık ara var. Bu sekiz yıllık süreç biraz da benim ne yaptığım ile alakalı. Bu sekiz yıllık süreçte biz bir sanat hareketi diye bir oluşum içine girdik. Piya kollektifi ile başlayıp daha sonra sanat hareketi düşüncesine dönüşen bir grup insanla ki şairinden heykeltraşına toplantılar yapmaya başladık. Burada işte bir takım kararlar aldık. Şu cümle temelinde her şey açıklanabilir. Her türlü eşitsizlik, egemenlik ve tahakküm ilişkisinin, meşruti reddin ve bu red temelinde bir takım sorumluluklar alarak bir hareketi oluşturmak. Bu da belli bir algıyı değiştirmek, kavramsala başka anlamlar yüklemek, belki yeni kavramlar üretmek, yeni imgeler bulmak amacı ile yola çıkmak. Sistemin tam içerisinde ama sisteme bulaşmadan yeni davranışlar bulabilirmiyiz, yeni bir insan davranışı üretebilir miyiz; hak - emek - yetenek ideolojisini dışarıda bırakabilir miyiz, oluşturduğumuz iş kollektiflerinde kabul eden herkesle eşit konumda bunu sürdürebilir miyiz vs. gibi diye. Kim ne yapabiliyorsa ondan o kadarını alıp paylaşırken eşit paylaşmak gibi. Ne kadar emeği geçerse geçsin ayrılmak istediğinde ceketini alıp çıkabileceği bir yapı. Bu arada bunun tartışmaları basında da oldu etti zira alınan kararlar kendileri ile de alakalıydı. Basına çıkmamak, kitap çıkartmamak, dergilere yazılar -şiirler vermemek esastı, alınan kararlardı belirli istisnalar hariç.

Ben konsept oluşturduktan sonra şiir yazabiliyorum. Şiirleri toplayarak kitap oluşturmuyorum. Bu kitapta erkek söylem yoktur mesela dikkat edilirse. Bir çin atasözü der ki; kurbağalar gökyüzünü kuyruğunun ağzı kadar sanır der. Ben de bu şiirlerde şunu demeye çalıştım. Arkadaşlar, sevgili yoldaş kurbağalar; biraz çıkalım gökyüzüne, oradan bakalım, orası çok daha geniş. Hem eleştirel, hem özeleştirel bir kitaptır bu kitabım. Belki ciddi olarak kavramsalı şiire sokmaya çalışan belki de sokan ilk denemedir de diyebilirim Türkçe yazılan şiirde. O yüzden ben de bu kitabı çok önemserim. Hem çok geniş anlamda yazılmıştır, birçok şeyi içerir. Çok da mütevazı olmaya gerek yok. Kitabı açtığın zaman herhangi bir şiiri rahatlıkla okuyabilirim, boş bir şiir olduğunu düşünmüyorum. Zaten o yüzden belki de yeni bir şiir kitabı yazamadım ya.

- "Aşk bağışlanmış hüzündür" şiirinden yola çıkarak bir roman yazdınız, içsel konuşmalarla örgülenmiş olağanüstü bir kurguda. Sıradışı bir yaşamı, aşkı anlattınız. Vedat Türkali'nin kitaplarında ağlayanlar sizin bu kitabınızda buluştu. Sizden daha çok sol, çok daha radikal metinler yazmanızı bekleyenler eleştiri oklarını size yönelttiler, aslında bütün eserleriniz incelendiğinde kendinizi tekrarlayan şiirler yazmadığınız çok açık belli, farklı yönelişler, kaçışlar bu yüzden sizde çok belirgin. Yazarın bir siyaşi görüşü olabilir ama yazılan sadece duygudur, kurgudur, nefestir. Edebi metinler içinde değerlendirilmesi gerekirken neden hala şiirler sağa sola çekilmeye çalışılır, edebiyatımız ne zaman kurtulacak bu durumdan?

- Bu arada çıkan bir roman evet. Çünkü ben 1998 yılından bu yana üzerinde çalışıyorum. Adı belli olan ve bir kavramı, aksiyonu, eleştiriyi içeren ama gerçekten bir sinema kurgusu ile yazılmaya çalışılan bir roman kafamda. Ama ben bunu üçer yıl ara ile bilgisayarın çökmesi sonucu kaybettim. Sonra yeniden küskünlüklerle, yeniden araya zamanların girmesi ile kült bir roman olacağını bilerek, hissederek devam etmeme rağmen için bir türlü de bitiremedim. Bu arada cezaevinde yazdığım öykülerim de vardı. Birkaç öykü daha yazarak bir öykü kitabı haline getirmeyi düşündüm. Bir tanesi öykü kalıbına sığmak istemedi ve roman olmak istedi. O arada ben ‘’Bağışlanmış Hüzün’’ isimli şiirimi yazmıştım. Ben roman olacağım falan filan deyince roman içerisinde şiiri de kurgulayarak öyküyü bu hale getirdim. Ve beklentileri biliyordum. Benden şiir içinde hep bunu beklediler. ‘’Şafak Türküsü’’ydü hep beklenen ama o bir kez yazılabilirdi ve ben hep büyüyordum. Ben hala sisteme karşıyım, hala solcuyum ama senin düşündüğün gibi olmayabilirim. Bunun içindeki tutucu kesim için bir tepki olacağını biliyordum ama ben bir hikaye anlatıyordum ve iyi anlattığımı düşünüyordum. İçerisinde elbette cinsellik vardı; keşke her akşamımızı cinsellikle taçlandırabilsek, durumumuz keşke hep onla nihayete erebilse. Bir çekinmem, otosansürüm yoktu. Ben bunu da yazacaktım başka bir roman da yazacaktım. Eleştirisi olmayan bir şiir bir roman ya da bir sinema vs. yoktur ki bende hep itiraz etme kaygısı var bunu yapmadığım sürece pek de bir anlam düşünmüyorum sanat üzerinde. O yüzden çok şaşırtmadı.


- "Bağışlanmış Hüzün" roman olarak ilk yapıtınız, bir aşk romanı olarak başarılı bir çalışma örneği teşkil ediyor. Eleştirilerin bir bölümü yazdığınız şiirlerin bir adım önünde olduğuda vurugulandı, şiirden asla vazgeçmeyeceğinizi biliyorum. Ama kaleme aldığınız şafak türküsü senaryosu ve bu roman yapıtınız, hani sanki sizi daha çok nesir çalışmalarına sürüklüyor diyebilir miyiz biraz?


- Aslında roman ve sinema fikri yıllar öncesinden beri var bende. 20 yıl öncesi söylemlerimde bile bu var ama  o dönem şiir beni öyle doyurdu ki önemli bir ihtiyaç olarak duymadım açıkçası. Ama belirli noktada anlatmak istediklerim var ve bunları bazen şiirle yapamıyorum. Bu şiiri bıraktığın anlamına gelmiyor ama bir roman bir sinema ile daha iyi ifade edilebilir diye düşünüyorum. Şiir bende bir önceki aşamadığım yerde duruyor. Notlarını düşüyorum ama kitap haline getiremiyorum bunları. Kitabı değişik zamanlarda yazılmış şiirlerler toplamı kabul etmiyorum. Kitapta bulunan şiirlerin birbirinden kan alıp verdiğini biliyorum. Tiyatro ile de anlatabilirim mesela sinemada ve romanda olabileceği gibi. Bu şekilde yazdıklarım kendini daha dışa vuracaktır eminim. Üç roman var kafamda, ikisinin notları düşülmüş bir tanesi de bu iki romanın kurgusuna bağlı olacak. Dönem romanları olacak. İçinde elbette aşk olacak ama dönemin gözlemleri daha ön planda çıkacak. Bazı şeyleri anlatıyorum insanların dudağı uçukluyor mesela ve neden bunları yazmadığım soruluyor. Bunları kim yapacak; yaşanan ve eli kalem tutan insan. Bunu bir türlü gecikmiş, geciktirilmiş bir sorumluluk olarak da kurgusal şekilde düşünüyorum. Ama ne kadar kurgularsan kurgula zaten yaşamın içinden değil midir.

- "Şafak Türküsü". Şiirin biçimsel güzelliğinde kalplere bıraktığı bir hayranlık sinema filmi ile devam edecek gibi, bu gergin ipte kimler yürüyecek, nerede çekilmesi düşünülüyor ve ne zaman start verilecek?

- O senaryo benim için çok özel. Bir dönemin simgesi o, şiiri de bir simge. Sinemaya dönüşmesinin şiiri incitmemesi gerekir. Dönem filmi yapıyorsan bütçe de gerekiyor. Bu biraz yapımcıları ürkütüyor çünkü ben taviz vermiyorum. Birkaç görüşme oldu, sürenler de var ama dediğim gibi bütçe ve biraz da cesaret gerekiyor. Hâlâ korkuluyor bir şeylerden. O yüzden işi zor; bir takım şeyler oluşuyor kafamda ama yapımcıda düğümleniyor. Oradan bir onay gelsin ki senaryo hazır.

- Siz içerdeyken birçok şiirleriniz bestelendi, birçok ödüller aldınız, tahliye olduktan sonra şiirlerinizi besteletmeme kararı aldınız dergiler vs hep uzak kaldınız, neydi sizi uzaklaştıran sebepler, Nevzat Çelik neye karşı bir duruş sergiliyor?

- Beste olayına evet uzak durdum. ‘’Şafak Türküsü’’ bir direniş şiiridir. Bestede biraz duygusal kısımları öne çıkmış ama zamanla sevdiğim bir çalışma oldu elbette. Zira ben şiirlerin bestelenmesi gerekliliğini düşünmüyorum. Kalıba uydurmak bildiğiniz gibi kolay bir şey değil. Yapılıyordu o dönem birçok şey ama istediğin gibi olmuyordu, telif sorunları yaşanıyordu üstüne. Uzak durmaya çalışsam da birkaç çalışma oldu yine de. Belki paramız yoktu neden hayır diyorduk bilmiyordum ama pişmanlığını duyuyorum, doğru şartlarda daha fazlası olabilirdi. Bundan sonrası adına da şiirlerim bestelensin diye özel bir çabam yok. Şartlar uygun olursa değerlendirilmesi mümkün.

Ben dergilere de şiir vermiyorum biliyorsunuz. Belki kıramadığım insanlar oluyor ama ben şiirlerin kitaptan okunması gerektiğini düşünüyorum. Gençler için anlamlı ama belli bir noktaya gelmiş şairlerin şiirilerinin yeri dergi olmamalı diye düşünüyorum. Bıraksınlar dergilerin sayfalarını kitap yazsınlar, orada okuyalım. Ben bu şiirleri toplu halde okumak, onlarla dolaşmak istiyorum.

- Her hafta Çarşamba günleri Kemancı barda düzenlediğiniz bir etkinliğiniz var, sanatçı dostlarınızla birlikte sanatseverlerle biraraya geldiğiniz. Şiirlerle şarkılarla müthiş geceler yaşatıyorsunuz, sanat adına önemli bir hareketin imzasını atıyorsunuz orada. Ben biraz bu etkinliği konuşmak istiyorum sizinle. Türkiye edebiyatının önemli kalemleri ve sanatçı dostlarınızla birlikte dinletiler yaptınız, geceye dair mutlaka dip notlarınız oluşmuştur, hangi anılarla noktalandı geceler?

- Öncelikle okurun şiiri bilmesi gerekli ve onu şiiri öyle dinlemeli. Birçok kişi şiir dinlemeyi seviyorum diyor ama sen şiiri bilmiyorsan dinliyorsun kabul etmiyorum. Biz şiir okuyoruz ama gelen herkes en başta şiiri biliyor, hakkında bir fikri var. Ocak ayında başladık biz bu çalışmaya. Şiir dinletileri yapan birçok mekana gidiyorduk; katıldığım bir tanesinde çok büyük bir kalabalık vardı mesela ve oraya katılan bir arkadaşım bana bu işten ne kadar telif aldığımı sordu. Almadığım yanıtı ile neden böyle bir durum ile karşı karşıya kaldığımı anlamakta zorlandı. Evet durum elbette telif ile ilgili değil ama farklı ne yapabilirim diye düşündüm ve her hafta bir konuk ile bu akşamlara başlayabilirdim. Doğaçlamaya açık, belirli bir akış üzerinde gitmeyen, müziğin de içinde olduğu; izleyicinin de dahil olabileceği bir format düşündük ve oldu, oturdu. Her konukla ayrı güzellikte geçti. Vedat Sakman’ı mesela kaç kere kendi sahnesinde dinledim ama en büyük keyfi kendi programımda tattım. Ayrıca şiire para verilmesi gerektiğini de düşünüyorum. Buna karşı çıkanları görüyorum, her şeye para veriyorlar da neden şiire ödenmiyor, bunu da oturtmaya çalışıyorum. Bundan sonra bu etkinliklerde de öne çıkacak. Ortaya parasını verip gelen kişi bir tür karşılık bekliyor ve orada bunu pürdikkat dinleyerek alıyor da zaten. Ataol Behramoğlu, Ahmet Telli, k.İskender, Vedat Sakman, Mazlum Çimen, Soner Olgun, Mehmet Esen Gündoğarken, Yaşar Kurt, Uğur Karataş, Ali Altay, Rojin gibi değerli isimler konuğum oldu. Önümüzdeki günlerde Cezmi Ersöz, Yavuz Bingöl, Nurettin Rençber ve daha birçok şairi ve müzisyeni konuk etmeye hazırlanıyorum.

 

İtirazın İkinci Şartı


çok olmadığımız kesin
çok olan tarafta değiliz
çok olan tarafta olmayacağız
türkiye'de kürt olacağız
kürtlerde ermeni
ermenilerde süryani
gidip almanya'da türk olacağız
hollanda'da surinamlı
fransa'da cezayirli
iran'da azeri
amerika'da zifiri zenci olacağız
çoğalan zencide mutlaka kızılderili
israil'de filistinli
köpeğin karşısında kedi
kedinin karşısında kuş olacağız
kuşun karşısında börtü böcek
hakemler hep karşı takımı tutacak
ve biz hep yedi kişiyle tamamlayacağız maçı
çiçeklerden kamelya olacağız
az kolumuzun tarafında
solda olacağız
bu itirazın ilk şartı
solda da az olacağız
devrimi çoğaltırken çünkü
bir başka devrime hızla azalacağız
bu da itirazın ikinci şartı

 

Ahmet Kaya - Şafak Türküsü

Şiir: Nevzat Çelik Müzik: Ahmet Kaya

 

NİSAN 2010

 

Zeki Çelik Söyleşileri