Zeki Çelik

zkcelik@gmail.com

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Pelin Batu

1978 yılında Ankara doğdu. İlk ve orta öğrenimini Pakistan’da Beacon House Public School, Ankara’da Pakistan Embassy Study Group ve Hacettepe Üniversitesi Piyano Bölümü’nde yaptı. Liseyi Marymount School (New York 1993-1995) ve Mannes College of Music’te (1993-1995) okudu. New York Üniversitesi’nde edebiyat, tiyatro, felsefe öğrenimi gördükten sonra Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü’nü bitirdi. Emekli büyükelçi ve eski milletvekili İnal Batu'nun kızıdır. Halen Habertürk televizyonunda Murat Bardakçı ve Erhan Afyoncu  ile birlikte Tarihin Arka Odası adlı bir tarih programı yapmaktadır.

Eserleri;
2003 Glass: Cam, 2007 Yahudilik Tarihi, 2009 The Book Of Winds - Rüzgârlar Kitabı

Filmografi;
Yağmurdan Sonra, 2008
Ben Fazla Kalmayacağım, 2007
Dün Gece Bir Rüya Gördüm, , 2006
Pars: Kiraz Operasyonu,  2006
Sessiz Gece,  2005
Ayışığı Neredesin, 2004
Kerem ile Aslı, 2004
Bakış, 2003
Baba, 2003
İçerideki,  2002
O Şimdi Asker, 2002
Şellale, 2001
Komser Şekspir, 2000
Harem Suare, 1999
Hayal Kurma Oyunları, 1999
Akşam Güneşi, 1999

 

Felsefe kuramsal olduğu için sadece soyut kurallar ortaya koyar. Tarih ise somuttur, canlıdır, ama alanı dardır, olması gerekeni bildirmiyor, tarihçi gerçeği söylemek zorundadır. Edebiyat, hem felsefenin soyutluğunu gideriyor, hem de olması gerekeni telkin etmekle tarihin noksanını tamamlıyor. Hem felsefe hem tarih okuduğunuz için özellikle soruyorum. Gördüğümüz gerçek hayatı değil, hayal ettiğimiz mükemmel bir hayatın yansıtılması gerektiğini söylemek için mi bu yoldasınız?

- Karşılaştığım en güzel sorulardan biri diyebilirim :) Aslında hiçbir zaman bir gerçek aramak ya da bir şey bulmak adına yola çıkmadım. Sadece beni heyecanlandıran ve birbirini tamamlayan işleri kovalamaya çalıştım. Mesela şimdi tezim için Hegel çalışıyorum. Onu okurken zorlanıyorum bu bir keyif değil aslında zorluyor ama inanılmaz bir beyin jimnastiği de oluyor. Ama Hegel’den masallara kaçıyorum. Yani okuduğum o masalların kendisinin içinde bulabildiğiniz her tür vahşet, eğlence, kan, cinsellik vs. her şey var. Mesela Grimm masalları. Dolayısı ile edebiyatın içinde aslında felsefeyi de bulabilirsiniz, tarihi de bulabilirsiniz bu hangi perspektiften baktığınıza göre değişiyor.

Tarih okurken tarihçi olacağım ideolojisi ile yola çıkmadım. Her zaman tarihi bir hikaye gibi okudum. Tarih gerçektir demişsiniz ama tarih bir taraftan da politik bir şeydir; bir kişi için gerçektir bir kişi için gerçek değildir. Geçenlerde program için Anadolu’daki İslamiyetlerin başlangıcı ile ilgili çeşitli tarihçilerin makalelerini okurken şunu fark ettim. Araplar o dönemlerde Selçuklular ve Türkler hakkında inanılmaz rezil şeyler yazmışlar. O dönemin kaynakları bunu anlatıyor. Çünkü haliyle düşmana öyle bakıyorlar ve küçümsüyorlar. Onun iyi taraflarının ya da güçlü taraflarının altını çizmiyorlar. Ama Bizans ve Çin kaynaklarına bakınca bambaşka bir portre çıkıyor karşımıza. O zaman hangisi gerçek? Siz bir Arap öğrenci olarak Arap kaynaklarını okursanız Selçukları ya da Oğuzları bambaşka bir şekilde görürsünüz. Burada işin tabii ki bilim tarafı giriyor. Felsefe de, edebiyat da, tarih de olsa bana göre ideali elbette objektif olabilmek ve dört beş değişik açıdan bakabilmek her şeye.

Edebiyat okurken elbette bazen masal diyarına dalıp kaybolabiliyorsunuz, eğleniyorsunuz ama eninde sonunda bir objektif ve ciddi yaklaşmanız lazım. Ben de bütün bu konularla ilgileniyorum, zevk alıyorum ama açıkçası bir taraftan bunalınca diğer tarafa kaçıyorum, bunu fark ediyorum. Yani hayatım yüzde yüz tarih olsaydı herhalde çok sıkıcı bir insan olurdum ve mutlu olmazdım. Edebiyat bana o bahsettiğim rengi, kanı, tuzu veriyor ama sadece edebiyat olsaydı da o zaman ayaklarım yere basmazdı diye hissediyorum. Dolayısı ile benim yolculuğum hepsini birbirine karıştırıp doğru dürüst nefes almak aralarında.

- Şiir bir bütündür. Şiirin kendisinden ayrı olarak, ne konusundan, ne kelimesinden, ne kalıbından, ne de şeklinden laf açılabilir. Dedeniz şair Selahattin Batu'ya adadığınız bir kitap ''Glass/Cam''. Hem İngilizce, hem Türkçe'ye çevrili. Diller arasında yapılan her çeviri, şairin poetik dili ve çevirmenin folklorik özellikleri de eklenince zengin bir sunum ortaya çıkmış. Edebiyatımızda bu yüzden çok değer gördü, Türkiye şiirinin uluslararası boyutta bir açığını kapatıyor. Kelimelere dokunduğunuz an'a dönersek İngilizce-Türkçe nasıl doğdu bu kitap, bize anlatır mısınız biraz?

- Aslında bu beni üzen ama bir taraftan da sevindiren bir şey. Çünkü bir taraftan bana göre iyi şiir iyi şiirdir hangi dilde yazılırsa yazılsın. Ama ülkemizde her şeye o kadar milliyetçi ya da ırkçı yaklaşıyoruz ki; şunun farkındayım ama: Bir kitabın İngilizce yazılması bazı zümreler tarafından özentilik, bazı modalara uymak gibi görülebilir, antipatik bulunabilir. Bunu birçok defa da söyledim. İngilizce benim ana dilim aslında, yazı yazdığım dil ama bu zaruretten ortaya çıkan bir şey çünkü hayatımda hiç Türkçe okumadım, buraya geldikten sonra da Boğaziçi Üniversitesi’nde de Türkçe okumadım, eğitimimiz İngilizceydi. On senedir burada yaşıyorum dolayısı ile İngilizce bana çok elverişli geliyor. İngilizce de sürekli bir kelime eklenmesi durumu var, inanılmaz hızlı büyüyen bir dil. Örneğin Japonya’daki İngilizce, İspanya’daki Türkçe çok farklı, bambaşka şeyler. Çünkü İngilizce şu anda herkes tarafından çok daha kolay yutulup hazmedildiği için bir şekilde kullanıldığı yerlerde de metamorfoza uğrayıp şairler, yazarlar, resimler vs. tarafından çok güzel bir şekilde kullanılabiliniyor. Bugün uluslar arası bir bienale vs. gidince siz orada bu ressam hangi ülkenin demiyorsunuz, eserine bakıyorsunuz, orada önemli olan eserin evrensel olması. Şiirde tabi ki dil olunca rasyonalizm ve o ideolojiler giriyor. Hiçbir zaman rol yapmadım, yapmıyorum burada. İşim sinemada rol yapmak ama haricinde hiçbir zaman olmadığım başka bir yüzle ortaya çıkmadım. Zorlasaydım eminim Türkçe şiirler de çıkardı. Hatta bu İngilizce şiirleri ikinci kitapta kendim de çevirdim. İngilizcesini koymadan Türkçesini de koyabilirdim, kimsenin ruhu da duymazdı. Ama bunlar orijinal olarak böyle çıkıyor ve şiir çevrilemez ne olursa olsun. Çok iyi çevrilebilir ama o bambaşka bir şiir olur. Ben bunları İngilizce ile yazdımsa bunları koymamak bana ters olurdu.

rkçenin çok iyi bir dil olduğunu düşünüyorum.Bir de özellikle günümüzde çok az kelime kullanılıyor. Bence az kelime bir şiir için ideal bir şey. Bir kelime pek çok anlama bürünebiliyor. Bu anlamda müzikal olarak da çok güzel bir dil ama o dili rahatça kullanabilmek lazım. Yani birkaç tane güzel kelimenin yan yana gelince şiir olmayacağı gibi özellikle günümüz Türkçesine bakınca çok daha yeni şeyler yapılması lazım. Ama bu yeni şeyleri yapacak insan Türkiye’de ben değilim onu biliyorum. Ben bunu yapamayacaksam niye buna soyunayım diye düşünüyorum. Dolayısı ile kendimi rahat hissettiğim bir durum bu. İngilizce'de kelimeleri yontabiliyorum, bükebiliyorum, kendi kelimelerimi üretiyorum. Bunu Türkçe’de yapamam herhalde. En azından şu aşamada yapamam.

Şimdi benim Türkçe'de yaptığım hakikaten yabancı bir insanın sözcüklerden büyülenmesi sürecini yaşamak. Mesela marjinal diyebilirim ama sergüzeşt diyorum bana çünkü çok daha güzel geliyor. Sözcükleri karıştırıyorum, o arsızlık aşamasındayım. Ama arsızlık aşamasından sonra o yalınlık sürecine gelince belki güzel bir şeyler yazarım. Şu anda dışarıdan bakan bir insan gibiyim ama tuhaf yani. On senedir Türkiye'deyim ki az bir zaman değil; evimde Türkçe konuşuyorum; yabancı arkadaşlarım bile buraya geldiklerinde dilimizi gayet güzel konuşabiliyorlar. Ama konuşmak başka, yazmak başka.

- Şair; gördüğü işin karşılığını alan bir işçiden çok, bursla okuyan öğrenci gibidir. Yeni çıkan ikinci kitabınız ‘’The Book Of Winds - Rüzgarlar Kitabı’’ ile bu okulda başarınız devam ediyor. Şiirlerinizde doğa tasvirleri çok belirgin, somut doğaya dönük ve iç lirizm geleneğini sürdürüyorsunuz. Doğadaki en küçük kıpırtıyı büyük bir dikkatle izliyorsunuz. Doğanın iyileştirici özellikleri arasında neden kadın yok, neden bir Pelin Batu yok?

- Çok enteresan; benim tez danışmanım, Boğaziçi Edebiyatta bölüm başkanım da çok benzer şeyler söylemişti bu kitabım ile ilgili. Doğa ile ilgili detayları ne güzel gözlemlemişsin ve  yazmışsın demişti. Doğa hep kadın olarak görünür zaten. Doğayı yazınca dolayısı ile kadını yazmış oluyorum. Çünkü doğurgan bir şeydir, dişidir. Belki klişe gelebilir ama ben hakikaten o toprağın o yağmurdan sonraki, çimlerin ıslandıktan sonraki kokusundan tutun da salyangozların bıraktığı patikalara kadar her yanını çok esrarlı buluyorum ve bunlar beni heyecanlandırıyor. Bunları böyle bir güzel imge yakaladım hemen yazayım diye düşünmüyorum ama. Hakikaten o anda yaşadığım şeyler, zaten hissettiğim şeyler bir yerde akmak durumunda. Şiir de bunları akıtmak için çok güzel bir mecra.  

‘’Rüzgarlar Kitabı’’nda her rüzgar bir karakter ve o karakterlerin çoğu bir kadın aslında. Ama ben İngilizce’de ‘’She’’ dediğimde o Türkiye de ‘’o’’ya dönüşüyor ister istemez. Öyle bir şey olunca erkek kadın ayrımı yok oluyor. Ve bazen kadın yok gibi olabiliyor ‘’o’’ olunca. Şimdi ben kadın olarak yazınca, ‘’o’’ deyince insanlar direk bir erkekten bahsettiğimi düşünebilirler bu durumda. Ama çoğu bir erkek gözü ile yazmaya çalıştığım şiirler de var bu kitapta, bir kadına olan aşktan tutun dolayısı ile bir rüzgarın hikayesi bu. Erkek rüzgarlar da (karakterler de) var kadın rüzgarlar da (karakterler de) var.

- Peki bu rüzgarlar içinde en çok hangi rüzgar Pelin Batu?

- Aslında hepsi. Mesela kışın melankolisi bana çok fazla uyar. Ama sonbaharda çok fazla ressamlar var, renkleri çok seviyorum, tablolar... O da bir diğer tarafım. Yaz da çok fazla siyah rengi kullandım. Bana ışıkla birlikte bir karanlığı da anlatır çok tuhaf. O da bir bölümüm. Hepsinde ben varım elbette ama bir taraftan da ben olmayan durumları da katmaya çalıştım. Mesela de Chirico isimli bir ressam var çok sevdiğim, onla ilgili bir şey var. Onun bakış açısından değil ama ama onu anlatırken o ben değilim, başka birisi anlatıyor gibi olmasını istedim.

Bence şiirin en önemli tarafı siz de bilirsiniz, her okuyucu kendi şiirini yaratır. Biz insanlara ipucu veriyoruz, minik çakıl taşları veriyoruz ama onları atıp o yerdeki tabloyu onlar oluşturacak. O minik ipuçları insana belli renkler, kokular, hisler veriyor ama bütün resmi okuyucu yaratabilir. Ben mesela de Chirico dedim ama kimse onu bilmek zorunda değil. Onu bir filozof olarak da düşünebilir insanlar. İlla ki insanlar ansiklopediye ya da sözlüğe bakma ihtiyacı içinde de olmayabilirler. Belki fazla referans veriyorum farkındayım ama isteyen bilsin isteyen bilmesin diye de düşünüyorum.   

- Yelda Karataş, Lale Müldür gibi şairlerimizle birlikte Esmer dergisine destekleriniz oldu, eserlerinizi yayınladınız. Şiirin ve sanatların oluşumun kökeninde ve paylaşılmasında duyarlılık vardır. Şiir yazmanın dışında, edebiyatta önemli bir duruş da sergilediniz. Kadın-Erkek şair diye ikiye ayırmayalım ama toplumsal duyarlılık söz konusu olunca kadınlar erkeklerden bir adım daha öne çıkıyor değil mi?

- Kadınlar genel olarak öne çıkıyor ama ülkemizde binlerce faili meçhul var. Örneğin Cumartesi Anneleri hala toplanıp çocuklarını arıyorlar ya da öldüler ise gömüldükleri yeri bilmek istiyorlar. Hala yıllardır süren bir savaş var, ikili savaşlar. Evet ülkemiz bu dogmatik savaşlar içinde ve ben şahsen kendimi inanılmaz yalnız hissediyorum. Bir tür ait olamama, sempati duyamama durumu içindeyim ki benim gibi birçok kadın da erkek de var. Bu saydığınız değerli isimler biliyorum ki aranın sesi, temsilcileri. İster istemez bir toplumsal duyarlılık var; çünkü burada yaşıyoruz, burayı seviyoruz, aşığız ama huzursuzluğumuz, rahatsızlığımız, üzüntümüz var. Belki de bu durum biraz bizi besliyor ve bu yüzden şiirlerimiz yumruk gibi gelebiliyor bazen ama bir taraftan da kaçışa da neden oluyor. Örneğin Lale Müldür’ün şiirlerini okurken ben bir politik şiir okuyor görmüyorum onları, evet; bir kaçış şiiri okuyorum.

Benim jenerasyonuma bakın. Ben on yıldır aynı üniversitedeyim ve sürekli gözlemlediğim bir şey var. Şu anda geldiğim noktada görebildiğim öğrencilerin çok daha az okuduğu, daha az araştırdığı, daha az politik davrandığı bir durum ile karşı karşıyayız. Amaçları bir an önce kadın da olsun erkek de olsun başka bir ülkeye gitmek adeta. Böyle bir şey olunca belki ben fazla ailemden etkilendim ya da suçluluğu fazlası ile duyan protestan etiğine sahip, çalışmayınca ve  minicik de olsa bir şey geri vermeyince kendini kötü hisseden bir insanım. Bazı insanlar hakikaten o duyarlılığı içinde hissederler ve bir şey yapmazsa rahatsız olurlar. Ben kendimi bildim bileli öyle oldum. Örneğin çevreye karşı da durumum bu. Balığa çıktığımızda tutulan balıkları suya atardım ve onu tutan annem olunca kendisinden nefret ederdim. Yine ben üç yaşında da beş yaşında da gittiğim her yerde elimde poşetlerle çöp topladım. Şimdi farklı şeyler yapıyorum, yapmaya çalışıyorum. Suyu az kullanmakla ya da başka şeylerle bitecek bir durum değil bu, bunu görebiliyorum. Sorunun siyasilerle çözülebileceğine inanıyorum. Belki bir şiirle dünyayı değiştiremeyeceğiz ama en azından o alt metinde pek çok şey vardır; bilen bilir ve görmek isteyen görebilir. Minik de olsa bir çığlık yaratmak durumunda kalıyorsunuz. İnsanların bağırmazlarsa bir süre sonra körler ve sağırlar arasında onlar gibi kalacağına inanıyorum ben.

- Kitaplarınız hep farklı yayın kuruluşlarından çıktı. Artshop, Nokta, Yapı Kredi gibi.. Sürekli değişim bir arayış gibi duruyor. Hani desem ki size üzerinde yoğunlaştığınız son kitabınız için filanca yayıncılık uygundur oradan çıkartalım, tamam olur der gibi bir yanınızda var sizin, bu tavrınız dostlarınızı kıramadığınız için mi sürekli değişim içinde, yoksa yayın kuruluşlarıyla hep sıkıntılarınız mı oldu?

- Sıkıntı demek doğru olmaz ama şunu fark ettim. İlk kitabım YKY’den çıktı. İlk kitabımı onlar basmak isteyince çok mutlu oldum. Zira saygın bir durumu, bir insan için prestiji var ve benim için onurdu ve çıktı. Haksızlık etmek istemem benim çok sevdiğim, saygı duyduğum Güven Turan, Selahattin Özpalabıyıklar gibi isimlerle çalıştım ve güzel sohbetler ettik, hala konuşuruz, hiçbir kötü hisle ayrılmadım oradan ama bu son kitabımda farklı bir süreç oldu. Simurg yayınlarından yayınlanacaktı ama uzadıkça uzadı ve kaldı derken Artshop’tan Vedat Akdamar o kadar şiire aşık ki kendisi heyecanlı bir şekilde teklifi ile gelince hiç düşünmeden tamam dedim. Şiiriniz ile ilgilenen, seven ve onu insanlara duyurmak isteyen bir yayıncı ile karşılaşınca aksi bir durum düşünülemezdi. Benim şöyle bir kopma noktam oldu. Örneğin çok sevdiğim bir yönetmen arkadaşım kitap fuarında iki sene önce YKY standında kitabımı sormuş ve yok yanıtını almış, getirmemişler bile; büyük yayınevlerinde özellikle şiir anlamında böyle sorunlar oluyor. Şu anki yayınevimde kitabım ikinci baskısını yaptı ve heyecanı benden daha fazla olan bir yayıncım var; bu çok önemli. İlk basımında kitabımın indeks kısmı yoktu örneğin ama ikinci basımında bu durum hemen giderildi. Yani tüm detayları ile benden daha fazla ilgilenen bir yayınevi bence o büyük büyük yayınevlerinden daha samimi.

- Geçtiğimiz günlerde düzenlenen bir şiir etkinliğinde buluştuk sizinle. Sanat adına önemli bir buluşmaydı, İstanbul çok değerli kalemlere ev sahipliği yaptı. Sevgili Ahmet Telli başta olmak üzere Lale Müldür, Cezmi Ersöz, Altay Öktem, k.İskender ve Yelda Karataş gibi önemli şairlerimizle birlikte aynı platformda oldunuz, birlikte aynı sahnede şiirler okudunuz. Pelin Batu nasıl bir duygu yaşadı, hangi anılarla ayrıldı geceden?

- Bir kere canım şiir yazmak istedi ve eve döndüm hemen şiir yazmaya başladım :) İyi şiir dinleyince ve etrafım şairlerle çevrilince bana bir ilham geliyor; bu her zaman öyle olmuştur. Bu kitabımın henüz çıkmadan önceki hâllerim mesela. Bir türlü bir şey yazamıyordum ve bir arkadaşım bana şiir okumalısın dedi. Çünkü hakikaten insan kuruduğunu ya da ilham perisinin yok olduğunu ya da bir şekilde istediğini aktaramadığını düşündüğü anda iyi ustalarla çevrilmeli ki kendini biz o gece çevrili olduk, şiirlerinin içinde olduk ve ben de güzel bir şeyler yaratma hissiyatı ile doluyorum. O günden beri şiirlerle inanın bir başka yol alıyorum.

Çok garip; bir dosyam bitiyor mesela, kapandı değil mi? Ama ben onu elimde oldukça didiklemek istiyorum ve bir huzursuzluk oluşturuyor bu. Ama bir tarafında da bir noktayı, bir virgülü çıkartmak da benim için bir dert. Çıktıktan sonra sorun değil ama çıkana kadar kafamda bu takılı duruyor. Ama biliyor musunuz bana hep soruyorlar. Kitabınızın çıkması size ne ifade ediyor. Aslında biliyorum ki çok fazla insan şiir okumuyor hatta şairler bile belki diğer şairleri takip etmiyor. Ama benim için en önemlisi bu benden çıksın ki yeni bir şeyler yazayım. Kitabım çıkmış ne güzel ya da skor yapayım kitap basma konusunda falan değilim.

Ve tabi ki oyunculuğunuz; Yağmurdan Sonra, Dün Gece Bir Rüya Gördüm, Pars: Kiraz Operasyonu, İçerideki, O Şimdi Asker, Şellale, Komser Şekspir, Harem Suare, Hayal Kurma Oyunları ve Akşam Güneşi gibi. Dünden bugüne sinema dünyanıza baktığımızda her yıla bir film düşüyor. Oyunculuk yanınız edebiyat yönünüze etki bırakmasın diye alınan bilinçli bir karar mıdır hayatınızda?

- Aslında ideal olarak bir film üzerinde altı ya da sekiz ay çalışmak gerekiyor. Çünkü bizim ülkemizde her şey son dakika yapıldığı için bazen bir ay kala roller geliyor ve ben bunun iyi bir şey olduğunu düşünmüyorum, bambaşka bir karakter yaratıyorsunuz. Her oynadığım filmde başarılıyımdır ya da değilimdir o seyircinin takdirine kalmış ama hep kendimin dışında bir şey eklemeye, başka bir insana dönüşmeye çalıştım; hem fizyolojik hem de karakteristik olarak. Örneğin bir kadın hocayı oynuyordum ‘’Pars: Kiraz Operasyonu’’ isimli filmde ve gözlük takmam gerekiyordu o karakter için ve ben üç ay gözlük taktım o rol için hatta öylesine alıştım ki bir süre gözlüksüz dolaşamadım :) ‘’Dün Gece Bir Rüya Gördüm’’ isimli filmde de bir uyuşturucu müptelasını oynuyordum. Sigara içmiyordum ama elimde bir süre sigara tuttum; el alışkanlığı diye bir şey varmış yalnız onu da keşfetmiş bulunmaktayım :) Karakteri bir şekilde yaşatmak ve doğal olmasını sağlamak için yaptığım çalışmalardı ki çok çalışmak gerekiyor bunun için. Dolayısı ile bir ya da iki film benim için standarttır ki ideali de budur. Hiçbir filmimden çok da memnun değilim doğruyu söylemem gerekirse. Her biri bana çok şey katmış değildir; birçok güzel tecrübe bırakmıştır ayrı. Ama her zaman istediğiniz senaryolarla karşılaşamıyorsunuzdur böyle de gerçek var.

Türkiye’de inanılmaz yetenekli, inanılmaz başarılı oyuncular var ama bakıyorsunuz iki senede bir film ya da daha uzun aralıklarda karşımıza çıkıyorlar. Örneğin Şener Şen. Bence çok daha fazla değerlendirilmesi lazım böyle isimlerin. Ben de bunu istiyorum. İçime sinse ve kaliteli olduğuna inansam keşke projelerin ben de daha çok içinde olsam. Ama  kağıtta durduğu gibi durmuyor bazı şeyler yine de senede bir film olsun istiyorum. Çünkü bütün yaptığım işler genellikle asosyal isler bu aralar. Sürekli derslere gidiyorum ve kütüphanelere kapanıyorum, tezler üzerinde çalışıyorum. Sinema oysa ki evcilik oynamak gibi. Kalabalık bir settesiniz ve kelimenin içindeki gibi oyun oynuyorsunuz. Bir yönetmenin hayal dünyasını yansıtmaya çalışıyorsunuz. Geriye bir film bırakmakmış, kalıcı bir iş bırakmakmış... Herşeyin ötesinde benim için çok öncelikle büyük bir sosyalliktir sinema. Kendinizden sıkıldığınız anlar oluyor ve bambaşka bir karaktere bürünüyorsunuz; bu çok keyifli bir durum.

- Peki özellikle başarılı bulduğunuz ya da birlikte çalışmayı istediğiniz bir yönetmen var mı?

- Mesela Reha Erdem’in dünyasını çok zevkli buluyorum. Seyrederken hesaplı, kitaplı değil kendi istediğini yapıyor gibi geliyor. Bu bence Türkiye’de büyük bir lüks. Keşke hepimiz böyle yapabilsek. Ama maalesef herkes popülerlik arayışı, gişe beklentisi, ödül alabilme derdinde. Başka birilerini mutlu etmek için değil kendini mutlu eden yönetmenlerle çalışmak istiyorum. Aslında çok başarılı yönetmenlerimiz var bu anlamda. Örneğin Fatih Akın da bu anlamda çalışmak istediğim yönetmenlerin başında.

- Birçok şehrin kültürleriyle birlikte büyüdünüz. Edebiyat, tiyatro, felsefe ve tarih okudunuz, beste çalışmalarınız var, piyano dersleri aldınız. Siyaset çok yakınınızda olmasına rağmen hep uzak durdunuz. Yazmak bir ayıklama çabasındaysa, Pelin Batu hayattan neleri ayıklamıştır başka?

- Ayıklamaktan çok ben topluyorum, gittikçe durum çöp evi haline geliyor :) Ben biriktiriyorum biriktiriyorum derken bekletiyorum her şeyi ve sonra geri dönüyorum ve farklı bir gözle bakabilmeyi başarıyorum, öyle değerlendiriyorum yazarken. Hayatım da öyle. Bir taraftan hesaplı kitaplı bir insan değilimdir. Çok uç noktada düşünce sistemim olmadı. Tamam dünya artık daha küçük, daha elverişli herhangi bir yerinde çok rahat bir şekilde yaşayabilirim ama burada olmaktan memnunum ben, buradan beslendiğimin farkındayım. Şehirler ve işler bende hep paralel gitmiştir. Evet son yıllarda burada yaşıyorum ama periyodik olarak kaçıyorum bir yerlere; bir şeyler topluyorum sonra buraya getiriyorum ve kendimce harmanlamaya çalışıyorum ve bir şey yaratmaya çalışıyorum. Bundan sonrası adına kafam karışık açıkçası. Diyorum ki kendime bir hayatımız ve yaşayacak, görecek çok şeyimiz var. Bir yerde fazla durunca huzursuzluk yaşıyorum. Bu belki çocukluktan kalan bir şey. Ama acaba bundan sonra hangi şehirde yaşayacağım gibi sıkıntıları da doğuruyor bu durum.

- Habertürk televizyonunda Murat Bardakçı ve Erhan Afyoncu ile birlikte ''Tarihin Arka Odası'' adlı bir tarih programı yapıyorsunuz. Toparlayıcı, doyurucu özelliği de taşıyan bir program, geleceğe çok önemli bir arşiv bırakıyorsunuz. Zaman kavramına kafa tutan belki de tek program bu sabahlara kadar süren. Ben biraz da kamera arkasında olup bitenleri merak ediyorum. Zaman zaman uykularınızın geldiği, yapım ekibinden hadi toparlayın da gidelim gibi sık sık işaretler aldığınız doğru mu :)

- Kesinlikle doğru hatta en son yayınımda ilk defa beş altı dakika resmen uyuya kalmışım, hoplayarak uyandım :) Şimdi şöyle bir gerçek var; Murat Bardakçı tanıdığım en renkli şahsiyetlerden birisi. Birisi geçen gün onun için dedi ki; nefret ediyorum ama çok seviyorum. O öyle bir karakter. Rol yapmıyor, olduğu gibi bir karakter gerçekten ve o yüzden çok hoşuma gidiyor. Bazen çok fazla sinirlendiriyor, bazen bende bambaşka bir bakış açısı sergiliyor ama her şekilde orada olduğumuz gibiyiz biz, rol yapmıyoruz. İnsanlar da bilgilenmenin ötesinde biraz da bu dinamiği sevdiler herhalde; gelen yorumlar öyle genellikle. Ama bir taraftan inanılmaz yıpratıcı bir şey. Ben Habertürk’te ‘’Kısa Devre’’ isimli bir programdayım, Eylül’de başlamıştık ve iki saatlik bir programdı. Harun ve Cem’e iki saat geçer geçmez bitirelim diye ısrar ediyordum. Sürekli TV’de olmayı seven biri değilim; diyeceksiniz ki o zaman neden yapıyorsunuz? Ama burada zevk alınan bir konuyu konuşmak, paylaşmak, tartışmak; acayip bir keyif, bunu görmezden gelemezdim. O iki saatlik programdan şikayet ederken şimdi altı - yedi saat süren bir programdayım ve hiçbir şey yapamıyorum :) Biz burada üç kişiyiz ama asımız elbette Murat Bardakçı. Elbette herkesin kendine göre bir çalışma düzeni var ama benim durumum biraz farklı.

Herkesin kendince fizyolojik olarak iyi olduğu haller, zamanlar vardır değil mi? Benim de belli bir düzenim vardır örneğin evinde olmayı çok seven biriyim en başta; sabah erken kalkan ve birkaç saat yatakta birçok şey okuyan bir insanım. Tersi dönünce, e geç uyanınca kendimi kötü hissederek uyanıyorum ve verimsiz hissediyorum. Mesela bu yaşadığımı gece saatlerine taşıyamıyorum.

Ülkemizdeki en büyük sorunlardan biri eğitim sistemi. İnsanlar okumaya, araştırmaya teşvik edilmiyorlar,  ezbere teşvik ediliyorlar ve bu hep böyle gidiyor. Bu programın en güzel amacı biraz da olsa merak uyandırmak, kitaplar almak, araştırmak vs. Bir kişide bile bu durum başarılı oluyorsa, etkili olabiliyorsak ne ala.

Son sorum, Pelin Batu bundan sonra sanatın hangi güzel yanına götürecek bizleri, resim yapıyorsunuz, piyano çaldığınız bir enstrüman, beste çalışmalarınız olduğunu da biliyorum. Bir sürpriz olabilir mi müzik?

- Mesela şarkı söylemeyi çok seviyorum. Bunu utanarak söyleyeceğim ama bir iki programda ısrar edilince şarkı söyledim. Bence oyuncunun şarkı da söylemesi, dans da edebilmesi, enstrüman da çalabilmesi gerekir zaten. Bu anlamda birkaç albüm teklifi de gelmişti zamanında. Bir taraftan diyorum ki sanat dalları içinde insanların üzerinde en ortak bir şekilde sığındığı şey müzik. Canınız sıkılır, sevgilinizden ayrılırsınız ya da herhangi başka bir ruh halindesinizdir; müzik ilacınız oluverir. Şiir, resim, heykel vs. biraz daha geride durabilir belki bu anlamda ama müzik daha çok hayatın içindedir. Keşke güzel bir şeyler olsa diye düşündüğüm oldu ama bu ülkede herkesin bir albümü var neredeyse ve en çok bu yüzden kabul etmek istemiyorum. Çoğu kötü, berbat albümler ile karşı karşıyayız. Dünyada da enteresan örnekler var örneğin Scarlett Johansson’un yaptığı albümler. Gayet başarılı olmasına rağmen burada yapılsa benzeri sanki kötü karşılanacak gibi. Aksi örnekleri de mevcut. Ben böyle bir şey yapacak olsam çok iyi müzisyenlerle bu işi yapmak isterdim. Birlikte geçirilen süreci yaşamak, tatmak adına isterdim en başta bunu. Ruh çok önemli ki; bu iyi bir söz yazarı, iyi bir besteci, ekip gerektirir, yakalayabilir. Bilemiyorum; mesela şiir kitabım çıkıyor haber olmuyor ama bir filmdeki öpüşme sahnesi günlerce konuşuluyor; ben bir albüm yapacak olsam atılacak başlıkları şimdiden görebiliyorum.

 

Denizkuşlarının Rüzgârı

Ve susamış denizkuşları
İçtiler çatıdan
Kıştan arta kalanı
Aldılar da rengini
Beyaz apartmanların.
Sarı ayaklarına gelince,
O meçhul.

Bu kadar mavi bir gökyüzünde
Kağıtlar hep beyaz kalacak.

***

Poyraz

Onları küçük severim
olabildiğince küçük
çiçekler gibi titreyen
alın gagalarıyla
kum içinde saçları
tuzdan bitap
köpükle ışıldayan
kestirmiş ulu ağaçların altında.

Onları sırılsıklam ve ürpermiş vaziyette severim
ellerimin içinde
yapraklar ve sutaneleri kadar hafif,
duvarlar ve elektrik direklerinde güneşlenip
çocukların oyunlarını izlerken.

Onların baygın düşmelerini severim
hafif şualarını severim
ellerimin içine, yavaş.

Yemiş yiyişlerini severim
küçük dişleriyle gagalamalarını.

Onları kırmızı yeşil mavi kahverengi severim
unuturken kendilerini narlarda.

Hafif adımlarını ve hızlı bakışlarını severim
küçük yürekleri ve geçici tutkularını.

 

MART 2010

 

Zeki Çelik Söyleşileri