Bir Şair ... Bir Dünya ... / Selçuk Erat

- Sevgili Selçuk; sohbetimize kısaca seni tanıyarak başlamak istiyorum. Kimdir Selçuk Erat?

- Bu yanıtı uzun tutacağım, bilginiz olsun :)

1982 yılında, Şişli'de (İstanbul) dünyaya geldim. Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım, kentin çeşitli semtlerinde geçti. İlk ve orta öğrenimimi Halkalı'da tamamladım. 1998'de Gebze'ye taşınmak zorunda kaldık. Böylece Halkalı'da başlayan lise öğrenimim, Gebze'de devam etti. İsmet Aktar Anadolu Teknik Lisesi, makine bölümünde başlayan öğrenimim, Gebze Teknik Lisesi, makine bölümünden mezun olmamla birlikte bitti. Siz de bilirsiniz Kadri; meslek liselerinin durumlarını… Üç kez girdiğim üniversite sınavlarında, okuduğum alanın dışında bir bölüm seçtiğim için puanım düşüyordu. Üçüncü sınavda artık dayanamadım ve açık öğretim fakültesi, işletme bölümüne kayıt yaptırdım. Öylesine… Yeteneklerim ve isteklerim doğrultusunda, mutlu olabileceğim bir eğitim alamadım, düzen buna elverişli değildi ve soğudum. Şimdi, öğrenim yaşamımı kısa bir süre için dondurdum; bu yılki sınavı bekliyorum.

Kısacası sevgili Kadri; okul yaşamım hiçbir zaman istediğim bölümleri okuyamadan, istediğim dersleri alamadan geçti. Sonra Gebze… Çok büyük bir değişimdi benim için. İlk gençlik dönemlerime; yani, ilk sevinçlerime, üzüntülerime, heyecanlarıma, birlikteliklerime, düşlerime tanık olan kent oldu. 16 yıllık İstanbul yaşamımdan sonra Gebze'ye alışamadım; okula, insanlara, sokaklarına, hiçbir şeye ilk bir yıl boyunca uyum sağlayamadım. Zor bir dönemdi. Ardından 1999 depremi…

Evde tek başıma yaşadığım bu inanılmaz felaketi, Tanrı'ya şükür, ruhumda çok derin acılar ve yaralar bırakmadan atlattım. Yeni bir kente alışmanın ve ardından böylesine büyük bir korkuyu yaşamanın sonrasında, yaşamım az da olsa düzene girmeye başladı.

İşe başladım. İlk işim: tasarlamak. Köklü bir şirketin kopyalama bölümünde tasarımcı olarak çalışmaya başladım. Zaten dört yıl boyunca aldığım makine öğreniminden elde ettiğim bilgileri unutmuştum :)

Tasarlamak, yeni biçim ve renkler yaratmak hoşuma gidiyordu. Böylece işimde ilerledim. 2 yıl sonra bir sivil toplum kuruluşundan aldığım iş teklifiyle, farklı bir alana, koordinatörlüğe, Türkçe söylemiyle eşgüdümcülüğe başladım. Buradaki bir yıllık deneyimin ardından, tekrar tasarımcılığa ve tabi ki eski şirketime geri döndüm. Ve yine… bir teklif üzerine, merkezi İstanbul'da bulunan, uluslar arası bir sivil toplum örgütünde çalışmaya başladım.

- Bir hayli iş değiştirmişsin, neden?

- Nedeni çok basit ve o kadar da sık değil aslında. Hâlâ kendimin bile anlayamadığım bir yapıya sahibim. Sürekli değişim içinde bu yapı. Her zaman aynı işlerle meşgul olduğunda sıkılıyor, değişim ve farklılık istiyor; yeni alanlar, yeni uğraşlar, yeni insanlar ve yeni yerler… Sanıyorum nedeni bu. Bu yanımı sevmiyor değilim… İsterseniz, yaşam öykümü anlatmaya devam edeyim. J

Yaklaşık 7 yıldır Gebze'de yaşıyorum. Bu kent, benden aldıkları kadar verdi de… Çok şeyler yitirmiş olmama karşın, bir o kadar da yeni şeyler ekledim yaşamıma. En önemlisi yazın çalışmalarımdı. İşe başladıktan bir yıl sonra, Yeni Gebze Gazetesinde şiirlerim yayımlanmaya başladı. Daha sonra Marmara ve Demokrat Gebze gazetelerinde - sadece şiir değil - köşe yazıları da yazdım. Bir yıl öncesine kadar Marmara Gazetesinde, arkadaşım Güner Sağlam ile "Lâcivert Kültür ve Sanat" (bundan sonra 'kültür' yerine 'ekin' sözcüğünü kullanacağım) sayfasını yayınlamaya başladık. Bu sayfa, bugün bildiğimiz LâcivertSanat'ın da temellerini oluşturdu. Daha sonra aynı sayfayı Demokrat Gebze Gazetesinde "DemokratGÜNCE" adıyla yayınlamaya devam ettim.

Aileme gelince; babam, yirmi üç yıllık bir işçi emeklisi. Annem ise ev hanımı. Yazın yeteneğimi babamdan, resim ve tasarım yeteneğimi ise annemden aldığımı düşünüyorum. Annemin, gerek yazında, gerekse resimde bana katkısı yadsınamaz boyutta olmuştur. Sonra, bir erkek, iki kız olmak üzere, üç kardeşim var. En küçüğü henüz iki buçuk yaşında - kendi kızım gibi. :)

Başka hangi soruları soracaksınız bilmiyorum ama, sanırım giriş için bu yeterli oldu!?

- Peki ya şiir ile o ilk tanışıklığın? O günden bugüne sürdürdüğün şiir yolculuğun? Şiirin sende olan tarihi ve tarifi, hayatındaki anlamı ne?

- 1997'nin sonlarına doğru - sanırım ilk şiirimi Eylül 1997'de yazmıştım - yazmaya başladım. O gün bugündür, yazının içindeyim. Gerçekte, şiirle başlamadım yazmaya. Hazırlık sınıfındayken, günde altı, haftada yirmi dört saat İngilizce dersi alırdık. Ödevlerimizin çoğu verilen bir paragraftan öykü çıkarmak, o paragrafı öyküye dönüştürmekti. Böyle başladım yazmaya. Hem de İngilizce! Ödevlerim ve kompozisyon derslerim dışında, oturup yazı yazmışlığım yoktu. Kompozisyon yarışmalarında ve İngilizce öykü yazma derslerinde aldığım başarılar yanında, çok da kitap okuyan biri değildim açıkçası.

Babamın, gençliğinde kullandığı neredeyse otuz yıllık bir daktilom vardı. Hâla da saklarım. Ödevlerimi de hep bu daktiloda hazırlardım. Bu aletin, yazın yaşamımda - serüvenimde payı oldukça büyüktür.

Bir gün, canım çok sıkılıyordu. Hava da kapalıydı. Ama tarif edilemez bir sıkkınlık bu - anlatamam. Ne yapsam, ne etsem diye düşünürken, okuldaki yarışmalardan aldığım kitaplardan dizili kütüphaneme yöneldim. Elim; daha önce Cağaloğlu'ndaki yer sergisinden aldığım bir kitaba gitti. Kapağı dikkatimi çekmişti. Şimdi bakıyorum da öyle dikkat çekici kapak da değil, neyse… Olan oldu sonra…

- Ne oldu ? Hangi kitaptı ve seni neden çekti?

- Nevra Bucak: "Mevsimler Farklıdır". İnce bir romandı. Arka kapağında yazan, "bir erkek hem oğul, hem de sevgili gibi sevilebilir mi aynı tutkuyla, ya da bir kadına hem anne, hem de sevgili gibi bakılabilir mi aynı gözle?" sorusu çekmişti dikkatimi. Aldım okudum. Okudum ve tekrar okudum. Her şey böyle gelişti. İlk şiir de, sonrakiler de… O günden beri yazınlayım, ya da kim bilir, belki de o benledir!

Şiirin yaşamımdaki anlamına gelince; yaşamımın sonuna değin, onsuz yapamayacağımı biliyorum artık. İşte anlamı o kadar büyük benim için. Beni şiir yazarken görmeyin! O denli korumasız, o denli savunmasız, o denli yoksul, yalnız, yorgun, o denli kendimle oluyorum. Şiirin, beni gebe bırakması hoşuma gidiyor. Her gün şiir yazan biri değilim, bu yüzden hamilelik dönemlerim uzun hep. En son yazdığım şiirle yaşadığım o tadılası birlikteliğin ardından - ki belki bir ay, belki altı, belki dokuz, belki de yılların ardından - yeni bir şiirin doğumunu görmek, müthiş bir haz veriyor bana.

- Bugüne kadar birçok edebiyat dergisinde şiirlerinin yayınlandığını biliyorum ve burada şunu sormak istiyorum? Bu genç yaşına rağmen özümsenmeyecek bir başarı bu, sen bunu nasıl değerlendiriyorsun ?

Evet, birçok yazın dergisi yer verdi şiirlerime. 'Şiirlerin dergide yayınlanması bir başarı mıdır?' sorusuna gelince; bunu bir başarı olarak görmüyorum. Olması gereken bir süreçti. Selçuk'tan kopan şiirlerin, bir dergi sayfasında bedene dönüşmesiydi sadece; daha çok insana ulaşmasıydı. Bunu bir başarı olarak sayamam. Belki, başarıya giden yolda bir basamak olarak tanımlamak daha doğru. Şiirin, dergide ya da kitapta yayınlanmasının, kalıcılık kazanmasının, bırakın şairi bir kenara, şiir için pek de büyük bir anlam taşıdığını düşünmüyorum. Çünkü şiirin amacı farklı. Şiir dergide, gazetede ya da kitapta yayınlanmak, bedene dönüşmek için var olmamalı; aşıp gitmeli, uzaklara sürüklenmeli, hatta zamanı gelince şairinden ayrılmalı. Bu neresidir, hangi yöndür, nasıl bir yoldur? Bilemem. Emin olduğum tek nokta, şiirin alıp başını gitmesi gerektiğidir. Ben de bunun için uğraşıyorum. Şiirlerimden birinin alıp başını gitmesi - gidebilmesi için.


- Bu anlamda hedeflerini ayrıca öğrenmek istiyorum, ama ondan önce bir kitabın var, biraz da ondan bahsedelim. '' Yaş '' ve seni dinliyorum… Yeni bir kitap çalışması için daha ne kadar bekleyeceksin diyerek, hemen bu soru ile peşinden geliyorum.

- Yaş… ah yaş… :) Evet, Nisan 2003'te bir bacağı sakat, adı üzerinde, henüz yaş - olgunlaşmamış yirmi beş şiirin bir araya gelmesiyle oluşan bir yapıt. Bu, bugünkü görüşüm elbette. Geriye baktığımda gördüğüm durumun özeti ve bendeki ilerlemenin bir göstergesi tabi ki.

Kitap yayınlama düşüncesini, sevgili Ata Türker soktu kafama. 'Şiirde ilerliyorsun, bir kitabın olmalı' dedi. Uzun süre düşündüm. 'Tamam, bir çocuk yapalım' dedim. Alın size 'Yaş'… Yaş'ın öyküsü böyle. Biraz acele, biraz istekli, biraz deneyimli, biraz da acemi… Her şeyiyle, ilk ürünüm olmasına karşın, yine de seviyorum onu, bazen de kızıyorum kendime; 'Erken doğum yaptın Selçuk'. Bazen de 'iyi oldu' diyorum. Kısacası çok şey de kazandırdı bana 'Yaş', çok şey de alıp götürdü…

Yeni kitaba gelince; hâli hazırda bekleyen iki şiir kitabım daha var, ama henüz erken diye düşünüyorum. Şiirlerim zamanla daha da göverecek, onlarla birlikte ben de…

- Etkisi altında kaldığın herhangi bir şair ya da herhangi bir edebi akım mı var mı? Sen kimleri severek okuyorsun? Günümüz şiiri ve şairleri hakkında neler düşünüyorsun?

- Evet, sorular gereği yanıtların uzun olması gerekiyor. Bakalım, elimden geldiğince kısa tutmaya çalışacağım. :)

Etkilendiğim kimse yok. Etkilenmek sözcüğünden her zaman korkmuşumdur. Birine ya da bir şeye öykünmek, etkilenmek… kendim gibi olamayacağım, kendimi yitireceğim korkusunu getiriyor bana. Özgün olmak istiyorum, Selçuk Erat'a has olsun istiyorum. 'Filanca biri gibi yazmak istiyorum' demek, bana çok saçma geliyor. - Öyle olmasa da - sanki ona benzemek istiyormuş, onun yazdıklarını yazmak istiyormuş gibi bir şey bu. Diyeceksin ki, yahu Selçuk, sen o zaman kimleri okuyorsun?

Elbette severek okuduğum adlar var. Bu adları; 'nasıl yazmışlar?' diye değil de, 'nasıl yazabilirim?', daha doğrusu 'nasıl ben gibi yazabilirim?' diye okuyorum; özgünlüğümü korumak adına, ürünlerimin bana ait olmaları adına.

Akımlara gelince; ben 'yaratıcılığı' sınırlayan her değere karşıyım. Şiir, bir başka deyişle yaratıcılıktır. 'Haydi, lay lay lom' diyerek şiir yazılmıyor. O zaman yazmış olmak için yazıyorsun. En azından kendimden biliyorum, bir şiir üzerinde o anki yaratıcılığımın tüm değerlerini kullanıyorum. Akım ya da biçim dendiğinde, tıpkı 'etkilenmek' sözcüğünde olduğu gibi sıkılıyorum, çekiniyorum. Sanki, beni ve şiirimi birileri sınırlıyormuş gibi hissediyorum. Şuna benziyor: karşında dört adet su kütlesi var; okyanus, deniz, göl ve akarsu.

Şimdi bana sorsalar, 'hangisini seçersin?' diye. Çekinmeden 'akarsu' derim.

- Neden akarsu peki Selçuk? Örneğin niçin okyanus değil?

- Okyanus en büyüğü ve en zengini olmasına rağmen, durağan. Tıpkı deniz ve göl gibi. Zaten bu ikisinin alanı da kısıtlı, daha küçükler. Ama akarsu öyle değil. Sürekli akıyor. Kimi zaman bir ovada, kimi zaman vadide, kimi zaman dağlardan aşağı akıyor. Geçtiği, gördüğü, dokunduğu yerler hep değişik. Bazen suları azalıyor, bazen taşıyor. Hepten kuruduğu da oluyor! Ne güzel! İşte sürekli değişim, hareket. Okyanusta, denizde ve gölde bu hareketi göremezsin. Göğün durumuna bağlı olarak aldıkları değişik renkler vardır, rüzgâra bağlı olarak da dalgaları, hepsi bu. Alanları, suları ve renkleri genelde hep aynıdır. Kimi zaman gel - gitleri olur, o kadar. İşte akımlar da bunlara benziyor. - Sadece yazın için söylemiyorum - sanatı kısıtlayan, gereksiz demeyeceğim, ama olması da 'şart' olmayan öğelerdir akımlar bana göre.

Söyleşinin başında da demiştim, değişiklik benim için önemli. O nedenle her gün 'aktığı su, bir öncekiyle aynı olmayan' bir akarsuda ürün vermeyi yeğlerim. Özgürlük ve özgünlük için.

Günümüz şiiri üzerine de şunu diyebilirim:

Her şey bir yana, şiirde gözle görülür bir değişim olduğu ortada. Sadece Türkiye'de değil, dünyada da bu var. Yeni ürünlerin, artık bir akım ya da biçimden çok, giderek 'bireyselleştiğini', bir başka deyişle 'özgünleştiğini' görebiliyorsunuz. Kendi penceremden baktığımda, bu olumlu bir gelişme. Çünkü, şiir özgür olmalı, dolayısıyla özgürlüğü getirecek olan da özgünlüktür, diğer söylemle 'kendine ait olmasıdır'. Birey temelli, özgün şiirlerin okur tarafından kabul edildiği bir gerçek - en azından günümüz için bu böyle.

- Günümüzde internet bize birçok imkân sundu ve bizler de senin kuruculuğunu üstlendiğin bir oluşumda buluşmaktan, birlikte olmaktan ve yol almaktan bir kere çok mutluyuz, bunu dile getirmek ve buradan sözü LâcivertSanat'a bağlamak istiyorum. LâcivertSanat ve bizler… Öncelikle nasıl doğdu ve nasıl yürümeye başladı? Ben LâcivertSanat ne hiç bilmiyorum mesela :)

- Teşekkür ederim.

Akımlarla ilgili sorunun ardından, nasıl derler 'cılk' oturdu bu soru. :) Sözü LâcivertSanat'a getirdiyseniz, başınıza bela aldınız demektir sevgili Kadri, bu söyleşi hiç bitmez! :)

Hemen şunu belirtelim o hâlde: LâcivertSanat bir akım, dernek ya da kurum değildir. LâcivertSanat; farklı yazın biçimleri ve sanat anlayışı olan insanların, 'aynı ortak noktalarda' bir araya geldikleri, tüm dünya insanlarına açık, uluslar arası bir topluluktur. Bunu çok iyi kavramak gerekiyor.

Nedir bu aynı ortak noktalar? Şiiri, yazını, sanatı sevmek. Bu yönde çalışmalarda bulunmak. Yazın ve sanat adına sevdirici, özendirici, geliştirici - olumlu / yararlı - etkinliklerde bulunmak. Toplumu sanatla, sanatçıyı toplumla buluşturmak. İşte LâcivertSanat kısaca bu. Bu değerleri yerine getirirken, özel önem verdiğimiz, üzerinde durduğumuz bazı noktalar var. Örneğin Türk Dili.

Yaşamımı kısaca (!) anlatırken, hazırlık sınıfında günde altı saat, haftada yirmi dört saat İngilizce dersi aldığımı söylemiştim. Bu ne demek? İçimin dışımın İngilizce ve Britanya Ekini olması demek! Konunun ekinsel boyutuna girmeyeceğim. Ama dil için önemli olduğunu sandığım bazı noktaları da belirtmeden geçemeyeceğim.

İşte bu bir yıllık, ağır İngilizce eğitim sonunda, çok iyi İngilizce öğrendim. Bu ayrı bir konu. Ama şunu diyebilirim ki, ben, tâ ki iki yıl öncesine kadar, bazı sözcükleri - elimde olmadan - İngilizce yazan bir insandım. Bu durum, lisede yazı yazdığımız zaman, arkadaşlarım arasında büyük sorunlar doğururdu. Herkesten önce ben yazardım. Geride kalanlar benim defterimden alır devam ederlerdi. Ama okuyamazlardı. Çünkü birçok sözcüğü alışkanlıkla İngilizce yazardım. :) Nasıl mı?

Örneğin; 'negatif' yerine 'negative', 'pozitif' yerine 'positive', 'kültür' yerine 'culture', 've' yerine 'and', 'ya da' yerine 'or', 'teknik' yerine 'technical', 'elektrik' yerine 'electric' gibi. Sözcüklere dikkat etmenizi istiyorum. Hepsi Türkçe'mizde var olan ama yabancı dillerden giren sözcükler. İşte bu noktada, Türkçe'nin ne kadar önemli olduğunu anladım ve bu alışkanlıktan kurtulmak, başkalarının da bu yanlışa düşmelerine engel olmak amacıyla, çalışmalar yaptım. Çünkü bu gidişin sonu, tartışmasız kendi dilinden uzaklaşmaya ve dolayısıyla kendi ekinini yitirmeye kadar uzanıyordu.

LâcivertSanat'ta da, bir araya geldiğimiz dostlarımla, bu konuya özel önem vermemiz ve Türkçe'yi doğru kullanmak üzere çalışmalar yapmamız gerektiğine karar verdik dedikten sonra, sözü çok uzatmadan, söyleşiyi okuyan dostlarımıza LâcivertSanat hakkında ayrıntılı bilgi bulabilecekleri uluslar arası ağ yayınının (internet sitesinin) adresini vermek ve bu konuyu geçmek istiyorum: www.lacivertsanat.com

LS'nin nasıl yürümeye başladığına gelince; başta anlattığım üzere, LS; Mart 2004'te Marmara Gazetesinde yayınlanan Lâcivert Ekin ve Sanat sayfasıyla başladı. Daha ilk yayında, LS'nin uluslar arası bir boyuta kavuşacağı, makâlemizde dile getirilmişti. İşte o dönemler LS'nin temellerinin atıldığı ilk aylar. Daha sonra - siz de biliyorsunuz - Eylül 2004'te yaklaşık 30 kişi bir araya geldik ve bildirimizin yayınlanmasına karar verdik. O günden beri yoldayız. Ne değişti? Çok şey…

Yavaş ama emin adımlarla ilerlemenin gerekliliğinde karar kıldık. Çünkü ortaya koyduğumuz tasarıların ve amaçların gerçekleşmesi, hem bir sabır işi, hem de deneyim gerektiriyordu. Bu nedenle, kurucu üyesi olarak, LS'nin bugün içinde bulunduğu durumdan mutluyum. İnsanların zamanla LS'yi tanıyacağından, amaç ve düşüncelerimize destek vereceklerinden şüphem yok.

- LâcivertSanat olarak belirlenen hedefler ve yarınlar adına projeler neler? Geçtiğimiz ay çok güzel etkinliklere imza attık ne güzel ki, bu ay yine mesela bir ödül töreni heyecanımız var. Neler bekliyor bundan sonrasında bizleri? Lâcivert'i izlemeye devam edelim değil mi?

- Evet. Sizin de belirttiğiniz gibi geçen ay güzel etkinliklere imza attık. Bahçeşehir Üniversitesi'nde üyemiz sevgili Ahmet Ağdere'nin sorumluluğunu üstlendiği LâcivertSanat Kulübü, üniversitenin Beşiktaş Yerleşkesinde (kampüsünde) bir etkinlik yaptı. Yine, Beyoğlu'ndaki Bilim - Sanat ve Felsefe Akademisi'nde bir etkinlik yaptık. Bunlar paylaşım ve birliktelik adına, yine etkinliklere katılanların bireysel gelişimleri adına güzel çalışmalardı. Zaten, LâcivertSanat'ın dayandığı temel ilkelerden biri de 'bireysel gelişim'dir. Kişinin bizim aramızda yazın ve sanata dair aldığı en küçük bir bilgi bile, son derece önemli. Topluluğa katılanlara, örneğin kökü Arapça olan 'kelime' yerine Türkçe olan 'sözcük' kullandırabiliyorsak, ne mutlu LâcivertSanat'a diyorum. Ya da aynı şekilde, kişiyi etkinliklerden yazın ve sanat adına daha başarılı, heyecanlı çalışmalar yapmaya özendirebiliyorsak ve "magazin, televole, süslü basın" gibi "popüler kültür"den uzaklaştırıp, yararlı çalışmalarda bulunmasını sağlayabiliyorsak, gerçekten ne mutlu!

Gelecekte LâcivertSanat'ı ve dolayısıyla bizi bekleyenin; başarılı bir yazın ve sanat yaşamı olan kişiler ile tarihe olumlu izler bırakmış bir topluluk olduğunu söyleyebilirim. Bunu - kendi adıma - gerçekten istiyorum ve tüm topluluk üyelerimizin de böyle düşündüğünü umuyorum.

Ah sevgili Kadri, ah… Okuyanları bu uzun cevaplarla sıkmayacağımı umuyorum. Gelelim, ödül töreni heyecanımıza…

Sizin de içinde olduğunuz üzere, LâcivertSanat, Kumru Şiir Sitesinin "2005 Şiir Yarışması"na ana sponsor oldu. Bu çerçevede, dereceye giren şairlerimize ödüllerinin verileceği ve güzel paylaşımların yaşanacağı bir tören hazırlığı içerisindeyiz. Bu konuya daha da uzayacak kaygısıyla pek girmek istemiyorum. Şunu söyleyebilirim:

Bence de LS'yi izleyin arkadaşlar! :)

- Ödüllerden konu açılmışken, bir ödül sayılabilir de diyerek hani ''Sappho'' şiirinden biraz bahsedelim. Bu şiirinin Antoloji Şiir Sitesinde bir derecesi vardır ki, nedir bu şiirinin öyküsü ve nedir bu başarısı? Bu arada şiirlerin ödüllendirilmesine bakış açın nedir ?

- Bu sorunun ikinci bölümü oldukça uzun ve başlı başına bir tartışma konusu. O nedenle, sorunun o kısmını yanıtlamayacağım. Gerçi, Sappho'yla ilgili bölüm de oldukça uzun bir öykü; kısaca aktarmaya çalışayım:

Türkiye'nin en çok bilinen ve ziyaret edilen kültür - sanat sitesi olarak tanımlanan Antoloji'de, bu ödüle değer görülmek gerçekten güzeldi. Bunun, bir ödülden daha çok, başka anlamları ve değerleri oldu benim için. Gerçekte, şiir ödülü hak eden bir çalışmaydı. Çünkü üzerinde gerçekten uzun süre çalışmış ve zaman harcamıştım. Yarışmaya da kesinlikle hiçbir iddiam olmadan, açıkçası 'öylesine' katılmıştım. Çünkü herkesin şair ve her yazılanın şiir olduğu bir ortamda, Sappho'nun pek de dikkate değer görüleceğini sanmıyordum.

Yarışma sonuçlarının açıklanmasından sonra, çok değişik tepkiler aldım; olumlu, yapıcı, anlamsız, şaşırtıcı, yersiz, yıkıcı tepkiler. Hepsinden vardı. Şiirin başarısının; anlatımının akıcılığından ve konusundan kaynaklandığını düşünüyorum. Çok gülünç tepkilerle de karşılaşmadım değil! Örneğin, şiir ben tarafından yaşanmamış olsa da, kendim yaşamış gibi anlatmamdan kaynaklanan bazı 'anlama'lar doğdu. Bir başka deyişle, 'Selçuk, bunu yaşadı ve yazdı' oldu. Hayır, ben yaşamadım ama yaşayan birileri vardı!

On bölümden oluşan şiir; bir erkek çocuğunun, babasının cinsel tacizleri sonucu gelişen ilk gençlik dönemini ve bu sürecin sonunda kendisine kazandırılan 'zorunlu' bir kimliği anlatır. Şiirin dikkat çekmesinde bu yönü etkili olduğu kadar, adı da etkili oldu. 'Sappho nedir, bir ada mı?' gibi aptalca ve bilgisizce soru yönelten kişilerin yanında (ki bunu soranlar şair kişiler), 'Sappho'yu araştırdım, size bu mesajı ondan sonra yazıyorum' diyen, yaptığı işin / uğraşının, bir başka deyişle "şiirin" ve "şairliğin" bilincinde olan insanlar da oldu.

Şiire 'Sappho' adını vermemdeki amaç; hem ünlü kadın şairi anmak, hem de dokuzuncu bölümde geçen dizelerdi. Ayrıca, Sappho'nun adının ötesinde, tercihinin de şiirle örtüştüğü, bir bütünlük taşıdığı kanısına vardım. Bu nedenle yapıtın adı 'Sappho' oldu.

- Bildiğim kadarı ile aşka inanmıyorsun ki, bir sohbetimizde hani konu açılmıştı ve kâti tavrını koymuştun ortaya. Bilmem aynı duygularda mısın? Aşk üzerine sohbet etmeyi seviyorum konuklarımla? Aşk dillerinde ne demek çok merak ediyorum?

- Aman Tanrım! Beklemediğim bir soruydu bu. Hiç de konuşmak istemediğim bir konu. Söyleşiye geçmeden önceki konuşmalarımızda, bundan haberim yoktu! :)

Madem öyle, başlayalım… Evet, 'aşka inanmamak'taki kâti kararlılığım ve tavrım sürüyor. Aşkın; bir zayıflık ve geçici bir heyecan olduğu konusunda da hâlâ ısrarlıyım. Bende geçerli olan 'sevgi'dir. Nilgün Polat'ın 'Şifrelenmiş Düşler Saati' adlı kitabı için yazdığım yazıda bunu belirtmiştim. İzninle o yazıdan bir alıntı yapacağım:

Kitapta geçen, "aşka tutkun kişiler düşünme özelliklerini yitirirler" cümlesine bağlı olarak, şöyle demişim:

"… Zaaftır aşk, zayıflıktır. Kendini kendin olmaktan alı koyar hep, yalancıdır. Olmadığı gibi gösterir sana yaşamı, bulutlara çıkarır. Oysa yerin, topraktır. Düşüncelerin, duyguların, bedenin… sana ait olmaktan çıkar. Kendini kaptırırsın. Ucu bucağı olmayan bir boşlukta, mutlu olduğunu sanırsın. Oysa bu, kendini kaybetme duygusundan başka bir şey değildir. Birini sevmek değildir aşk. Bir anda görünür sana, sarar. Oysa sevgi ya da sevmek sonsuzluktan beri vardır, doğarken sevmekle doğarsın, aşkla değil!. Bir dönem sonra aşk; seni senden çalmaya gelir. Sense zavallı; kendini tamamlayacağını sandığın o an, gerçekte kendini yavaş yavaş yitirdiğini göremezsin. Elindeki sevgiyi de tüketir; hırsızdır. Aşk… insan doğasına aykırıdır. Özgürdür çünkü insan, aşıkken hapis olursun, tutuklanırsın, sevdiğin insanın değil, aşkın tutsağı olursun. Böyle lanet bir şeydir aşk:.."

Bu soruya yeterli yanıtı verdiğimi düşünüyorum. Dillerimde aşka gelince; sanırım dillerimden kastın, şiirlerim olsa gerek. Şiirlerimde aşka oldukça az yer vardır - okuyanlar bilirler. Genelde bireyin acılarını, sorunlarını, bakış ve düşüncelerini işlediğim şiirlerimde, aşka dair pek de bir şey bulunabileceğini sanmıyorum. Aşka kadar, şiirde işlenmesi gereken çok konu var: Sappho'da olduğu gibi…

- Selçuk Erat, peki sanatın dışında neler yapar? Bir günü nasıl geçer mesela? Hangi şarkıları dinler, hangi tarz filmleri sever? Aklına gelebilecek olan her şey ve bu sorunun altında diğer sen?

- Ah… evet, diğer ben…

Selçuk; haftanın beş günü sabahtan akşama kadar işinde olan, iş bitimi dostlarıyla buluşmasını, gezmesini, yemesini ve içmesini seven bir kişilik. Yazın dışında en büyük ilgi alanlarını gezi, eğlenmek, bilgisayar ve heykel oluşturur.

Bir günü, bir gününü tutmaz. Yine başa geliyoruz; her zaman 'değişken'dir. Sevdikleri, yapmak istedikleri her an değişebilir. Ama bu 'tutarsız' ve 'ilkesiz' olduğu anlamına da gelmiyor. Yaptığım bir şeyi sürekli değiştiririm. Odamın şekli hemen hemen her ay değişir. Kullandığım eşyaları değiştiririm örneğin; çanta, şapka, gözlük gibi. Gerçi şimdi işimin ciddiyeti dolayısıyla pek yapamıyorum ama, iki yıl öncesine kadar saç rengimden, giyim şeklime kadar her şeyim değişirdi. Bunu seviyorum! Değişimin ve değişikliğin beni - belirli bir çerçevede - çocuk bıraktığını seziyorum. Bu bana büyük mutluluk veriyor.

Müziğe gelince; alışılmış ama anlaşılır olacak: kulağıma hoş gelen her müziği dinlerim.

Sinema… Artık iş çokluğundan ve koşuşturmadan çok sevdiğim sinemaya zaman ayıramaz oldum. Yeni sinema yapıtlarını ancak CD'ler aracılığıyla takip etmeye zamanım var. Son bir yıldır - üzgünüm - sinemaya bile gidemedim. Yaşamımda, tıpkı kitaplar gibi derin izler bırakan yapıtlar oldu: 'Stigmata'; 'Derin Darbe'; 'Şeytanın Avukatı', 'Halka'; 'Piyanist'; 'Küp'; 'Şifre Merkür'; 'Komiser Şekspir'; 'Hamam' gibi…

Bunların dışında, her fırsatta 'azcık' uyur; kendimle baş başa kalabilmek için kısa da olsa 'an'lar yaratırım.

Bekârım. Kendisine aşkla değil ama 'sevgiyle' bağlandığım bir de sevgilim var! Ah, bir de LâcivertSanat tabi ki… Ah, yine bir ah… Sevgili Tülay Çellek'in - hatırlarsın, sen de vardın - elindeki işaretleyiciyi (lazer) gösterip, "bu da sabahtan akşama kadar LâcivertSanat'la uğraşan, yaşamı LâcivertSanat olan bir tip" deyişi geldi aklıma :) Sevgiler Hocam…

- Geldik bizim söyleşimiz için seçeceğin şiire, biliyorsun söyleşilerimizin sonunun geldiğinin işaretidir bu. Bir şiirini paylaşmanı istesek bizim için acaba senden hangi güzel şiirini dilesek de dinlesek burada ?

- Offf… Hay Allah! Hepsi güzel, hangisini okusam ki? :) (espriydi)

Son günlerde hâlimi anlatan bir şiirimi paylaşayım o hâlde. Çünkü ne zamandır masama oturup, yazı ya da şiir yazmaya zamanım olmadı! :)

Songu

'ölüm
ağır ol henüz erken
doğacak nice çocuklara gebeyim'


bağ bozumu rahminde,
yüzleri ayrık bir isyan başladı.

taneler gönenç değil!
oysa ekilmişti her biri
ayasında sürülen tarlaya.

'ey koynumda uzayan saydam sevgili
gözlerime işle sanrıları
hemen şimdi'
derken,
muhalif çığlığı yırtıyordu havayı.
imgelere yeltenmenin derdinden
en büyük payı almıştı:
yoksulluk.

demir aldılar gemiler.
gelgitler gibi geri çekildi
ruhunda suları.
koynuna sığındığı ıssız, ağlamaklı.

tren garında el sallamaya benzer;
yazdığı iki satır,
çizdiği çürük siluet,

kudurmuştu içi.
ayak kestiler gezginler,
tünde bitmeksizin toplanıp,
aşka mum diktikleri vadiden.

yağmur düştü göğe.
yok oluşun ilkiydi şıp sesi,
lâl bir hazımsızlık.

mevsimin adı:
önsel durgu.

sürülgen ruh,
songuyu doğurdu.
ardında üç satırlık not:

'içime kustu evren
içim üşümüş, giydirin içimi
ellerimde toplu ölümler'

Eylül 8, 2004 - Gebze

- Sevgili Selçuk, bu güzel söyleşi için çok teşekkür ederim ben. Yolun her zaman açık olsun. Sana ve LâcivertSanat'a her zaman için başarılar dilerim.

- Sevgili Kadri… O teşekkür bana ait. Aynı iyi dileklerle, ben de size çalışmalarınızda başarılar diliyorum. Gerek yazında, gerekse müzikte gösterdiğiniz özverili çalışmalar ve LâcivertSanat'taki heyecanlı girişimleriniz için teşekkür ediyorum.

- İyilikler, sevgiler.

Söyleşi : Kadri Karahan / 21 Mayıs 2005